Ogün ŞANLI
Çocukluğumuzu, gençliğimizi hatta bu günümüzü
etkileyen çok önemli sözler olmuştur. Bunlar bize öylesine ezberletilmiş
ve öylesine dimağımıza kazınmıştır ki onları unutmamız kolay kolay mümkün
olmaz. Bu sözler bizimle mezara kadar gider.
İsmet İnönü 1960’lı yıllarda, ABD ile aramız
açıldığında “Büyük devletlerle ilişki kurmak, ayı ile yatağa girmeye benzer”
demişti. Yine 1964 yılında “Johnson Mektubu”na çok sinirlenen İnönü “Yeni
bir dünya kurulur ve Türkiye bu dünyada yerini alır” demek zorunda
kalmıştı.
Merakım şudur: Acaba İnönü, dünyanın süper
güçlerinden birisi olan ABD için o gün söylemek zorunda kaldığı bu
sözleri, bir gün komşumuz olan Suriye devlet adamları tarafından Suriyeli
vatandaşlara, Türkiye için söylemek zorunda kalabileceklerini de hiç
düşünmüş müdür? Eminim çok zeki ve öngörüleri çok isabetli olan İnönü bile bunu
düşünememiştir.
Bildiğiniz gibi bir de bizim meşhur “ dış ve iç
mihraklar” veya “dış güçler” gibi tekerlememiz var ki Türkiye’nin
başına her ne iş gelse mutlaka bunlardan bilinir. Başımıza gelenlerden bizim
yöneticilerimizin hiçbir kusuru, kabahati veya günahı olamaz. Aynen şimdi
Suriye’nin başına gelenlerden onların yöneticilerinin hiçbir kusuru, günahı
olmadığı gibi! Temel fark şudur ki, şimdi de biz Suriye için “dış
güçler” olduk. Suriyeli yetkililerin, halkına ‘bu başımıza gelenlerin tek
sorumlusu dış güçlerdir’ diye seslenmeye başladığı an, bizim de hiç
utanmadan, sıkılmadan ayağa kalkıp sağ elimizi havaya kaldırarak “burada…” diye
bağırmamız dürüstlük olur.
Hele bizim her akşam televizyon haberlerinde
siyasetçilerimiz tarafından okunan “yandaş medya” veya” bir kısım medya”
şiirine ne demek lazım. Bu şiir birden bire küreselleşerek namı ülke dışına
yayılarak Suriye’yi de kapsamı alanına aldı. Ancak bir farkla ki buna bir de
“Eset’çi siyasetçi,” “eset’çi olmayan siyasetçi” naraları da eklendi ki bunları
her akşam dinlemenin keyfine diyecek yok.
Başarı budur işte. Yıllarca oturduğumuz her
birahanede, meyhanede veya restoranda “Ne olacak bu Türkiye’nin hali” diye
başlayıp her defasında onlarca devleti yıkıp onlarca devleti
kurduğumuz sohbetlerimize şimdi bir de “Ne olacak bu Suriye’nin hali”ni eklemiş
bulunmaktayız. Tabi ki doğru olan bu sorunun Suriyeli kardeşlerimize de
sorulmasıdır. Ancak bu mümkün olamadığı için şimdilik bu soruyu ilk fırsatta en
azından ünlü Suriyeli gazeteci Hüsnü Mahalli’ye sormayı çok isterdim.
Üç semavi dinin kurulduğu, Orta Doğu’da,
Mezopotamya’nın bereketli toprakları üzerinde bulunan şu Suriye’nin başına
gelenlere bir bakar mısınız?
Suriye devletinin kuruluşuna kadar
Suriye’de güçlü bir merkezi devlet kurulamamıştır. 1516 yılında Osmanlı
İmparatorluğu’nun denetimi altına geçen Suriye, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra
Fransa’nın mandası olmuş ve bu durum 1946 yılına kadar sürmüştür. 1970 yılında Hafız
Esat’ın askeri ihtilal yaparak ele geçirdiği Suriye yönetimi, H.
Esat’ın 2000 yılında ölmesinden sonra da bu güne kadar oğlu Beşar Eset
tarafından dikta yöntemiyle yönetilmeye devam edilmektedir.
Geçmişte özellikle de Filistin- İsrail sorunun bir
parçası haline de gelen Suriye halkının çektiği bu zulüm yetmezmiş gibi şimdi
de iç savaşın içerisine çekilmiş ve kardeşin kardeşi öldürdüğü bir ortam
yaratılarak bizim de kolumuzdan tutturularak çıkmaz bir sokağa
sürüklenmişizdir.
Biz neden durup dururken bu Suriye olaylarının
içerisinde kendimizi bulduk? Bizi arkamızdan kim itti ben hala bunun anlamış
değilim. Türkiye’nin milli çıkarlarıyla Suriye’den evrensel çıkarları olanların
çıkarlarının çatıştığı bir gerçek. Ancak, geleneksel Türk dış
politikasından saparak birden bire bir yeni Osmanlıcılık hayaline
kendimizi kaptırıp sanki belamızı arıyormuşçasına bu bataklığa kendimizi nasıl
sapladık? Gerekçemiz her ne olursa olsun bunun haklılığına beni kimse ikna
edemez. Bizim bilmeyip de yöneticilerimizin bildiği her ne varsa şahsen onu da
öğrenmek isterim.
Bu veya buna benzer konularda, geçmişte zaman zaman
sohbet ettiğimiz rahmetle ve saygıyla andığım eski devlet tiyatrosu
sanatçılarımızdan ve Tercüman Gazetesi yazarlarından Şeref Gürsoy beye “Benim
annemle babam uzaktan da olsa akraba. Ben de akraba evliliğinden doğduğum için
bu konuları anlayamam normaldir” diye söylediğimde “ Hayır hayır. Maşallah
maşallah… Hem sen hem de kardeşlerin çok zeki çocuklarsınız” diye cevap
verirdi. Zeki miyim değil miyim bilmiyorum ama bir gerçek var ki ben bu Suriye
meselesini hala anlayamadım.
Son zamanlarda Suriye ile siyasi ve ekonomik
ilişkilerimizin çok iyi olduğunu karşılıklı olarak en üst seviyede ziyaretler
yapılarak bu ilişkilerin daha da geliştirilmesi arzusunun her iki tarafta da
mevcut olduğunu bizler de normal bir vatandaş olarak yakinen izliyorduk. Bir
sabah kalktık ki karşılıklı olarak kılıçlar çekilmiş ve savaşın eşiğine
gelmişiz. Bunu nasıl başardık birisi anlatsa da bizde anlasak. Ancak, Suriye
tarafından düşürüldüğü iddia edilen uçağımızın nasıl düşürüldüğünün
anlatıldığı gibi anlatılarak kafamız iyice karıştırılacaksa hiç
anlatılmasın daha iyi. THY’nin Suriye’ye yönelik uçuşları haftada 42’i
sefere çıkmıştı ve bu sayı hızla da artmaya devam ediyordu. Suriyeliler tüm seyahatlerinde
Hatay Havaalanı’nı yoğun olarak kullanmaya başlamışlardı. Geldiğimiz noktada
Suriye’den 9 milyon ABD doları alacağı olan THY bonus olarak da Suriye’ye
yönelik tüm seferlerini durdurmak zorunda kaldığı için varın bu işten
ülkemizin zararını siz hesaplayın.
Bu da yetmiyormuş gibi Rusya’dan kalkıp Suriye’ye
giden bir Suriye uçağını Ankara Esenboğa Havalimanı’na indirip aradığımız ve
bunu da yüzümüze gözümüze bulaştırdığımız için Suriye hava sahası da Türk
uçaklarına kapandı. Uluslararası ve milli mevzuattan kaynaklanan haklarımızı
kullanarak indirip aradığımız uçağın aranmasında teknik olarak tabi ki hiçbir
sorun yok. Ancak krizi iyi yönetemediğimiz ve her kafadan bir ses çıktığı
için konu siyasallaştı ve kriz de kucağımızda patladı. Özellikle Rusya’yı da
bu krizin bir parçası yaparak başımıza yeni işler açmamızı kim veya
kimlere borçluyuz o da ayrı bir vaka.
Devleti yönetenlerin bu güne kadar yaptığı “Suriye
yönetimi Suriye halkına zulm ediyor, biz Suriye’ye demokrasi getireceğiz”
açıklamalarına bu açıklamaları yapanların dışında kimsenin inanmadığı da bir
vaka.
Türkiye’deki bazı çevrelerin ısrarla Suriye’ye karşı
mezhepsel bir dış politika yürütüldüğü yönündeki iddiaları da mevcut yönetim
tarafından reddedildiği için biz de kime inanacağımızı şaşırdık. Ancak
mezhepsel bir politika yürütmediği iddia edilse bile bu politikayı yürütenlerle
el ele- kol kola birlikte hareket edildiği gerçeği de ayan beyan ortada.
Allah herkesi iftiranın yakışanından korusun.
Bütün bu olup bitenlere baktığımızda her yerinde PKK
terör örgütü veya onun uzantılarını görüyoruz ki bizim gördüğümüzü, asıl
görmesi gereken yöneticiler neden görmezler bu da ayrı bir muamma… Burnumuzun
dibinde oynanan bu satrancın galibi veya mağlubu kim olacak herkesin yüreği
ağzında nefesini tutarak bunu seyrettiği anlaşılıyor. Ancak bizim kayıp etmeye
başladığımız da ortada…
Şimdilik karşılıklı olarak
birbirimize obüs toplarıyla ateş ederek taciz etmeye devam ediyoruz.
Ancak bu işin nerede duracağını kestirmek de geçen her gün güçleşiyor. Üçüncü
dünya savaşı olasılığından bile söz edilmeye başlandı. Artık bizim de, bizi
arkamızdan bu bataklığın içerisine itip kaçanlar için Nasrettin Hoca misali
yeni bir “Timur’un Filleri” fıkrası üretmemiz şart.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder