Ogün ŞANLI
Farkında mısınız bilmiyorum? Genetik bilimi bile iki
toplumsal hastalığımıza çare bulamadı. Tıp ve tıp teknolojisindeki baş
döndürücü gelişmelere ve ARGE’ye yapılan milyarlarca dolarlık yatırımlara
rağmen biz Türklerin iki hastalığına çözüm bulunabilmiş değil. Görünen şudur
ki, kanserin her türüne çare bulunsa bile bizim bu hastalıklarımıza çare
bulunması imkan dahilinde görülmemektedir.
Kangrene dönüşen bu hastalıklarımızdan birisinin isim
değiştirme hastalığı olduğunu biliyorsunuz. İttihat ve Terakki’den beri;
illerin, ilçelerin, köylerin, mahallelerin, caddelerin, sokakların, okulların,
camilerin, dağın, taşın, toprağın velhasılı kelam kafamızı değiştirmek yerine
her şeyin ismini değiştiriyoruz.
Benim babam ve annem Kars’ın Zarşat kazasının
Kızılçakçak nahiyesinin Uzunkilse köyünde doğmuşlar. Ama ben isim
değişikliklerinin mağduru olarak Kars’ın Arpaçay kazasının Akyaka nahiyesinin
Esenyayla köyünde dünyaya gelmişim. Mekan aynı mekan ama isimleri değişmiş.
Bizim köyün ismiyle birlikte Kızılçakçak’a bağlı 21 köyün ismide bir gecede
değiştirilmiş. Benim annemin ve babamın babası da yine Zarşat’ın Sosgirt
köyünde doğmuşlar ama onların mezarları şu anda Arpaçay’ın Taşdere köyünde…
Yine aynı mekan, farklı isim. Çünkü Sosgirt’in ismi de Taşdere olarak
değiştirilmiş. Bu isim değişiklikleri yaklaşık 50 yıl önce yapılmış olmasına
rağmen, yarattığı kafa karışıklığı hala devam ediyor. Benim bu isim
değişiklikleriyle hep başım belada olmuştur. Çok yakın arkadaşlarımın oturduğu
Ankara Bahçelievler’deki 1’inci caddenin ismi Taşkent caddesi, 3’üncü caddenin
ismi de Azerbaycan caddesi olarak değiştirildiği için sık sık adres mağduru
olmak zorunda bırakıldım.
Bizim yöremizdeki 1’inci ve 2’inci kuşak hala Kars’ın
kazaları, nahiyeleri ve köylerini eski isimleriyle bilir ve tüm konuşmalarında
da eski isimleri kullanır. 3’üncü ve 4’üncü kuşak ise- ben de dahil- çoğu kimse
eski isimleri bilmez , hatırlayamaz ve bu konuda kuşaklar arasında çok büyük
kültür çatışması yaşanır. Örneğin yaklaşık 60 yaş civarında bir Karslı ile
karşılaştığımda “Sen nerelisin, kimlerdensin?” diye bana sorduğunda ben önce
“Akyaka’nın Esenyayla köyündenim” diye cevap veririm. Tabi adam beni tanıyamaz.
Ben de adamın anlayabileceği şekilde yeniden kendimi tanıtmak zorunda kalırım.
“Ben Kızılçakçak’ın Uzunkilse köyündenim ve Sosgirtlilerdenim ” deyince adam
hemen beni tanır ve ailemize mensup onlarca adamdan bahsetmeye başlar.
Bu isimleri kim veya kimler, neden değiştirir? Belki
bazı isim değişikliklerinin haklı gerekçeleri de vardır. Hatta bazı
değişiklikler belki bu günün yanlışı olmakla beraber o günün doğrularıdır. Ama
bence “kafamızı değiştiremediğimiz için” bu işlerle çok uğraşıyoruz.
Son zamanlar da durmadan okulların ve camilerin
isimlerini değiştirmeye başladık. Görenler de sanacak ki hala yerleşik bir
toplum olamadık, hala göçebe bir toplum olarak yer değiştiriyoruz. Özellikle de
yeni bir eser yaratıp arzu ettiğimiz isimi ona vermek yerine mevcut olan eserin
ismini değiştirme hastalığımızın tedavisinin mümkün olduğu gün çağ
atlayacağımızdan emin olabilirsiniz.
Bir ikinci hastalığımızın da bu toplumun kıt kanat
yetiştirdiği yazar, çizer, şair, öğretmen ve diğer aydınlarımıza zulüm etme
hastalığımızdır ki bu hastalığımızı tarih bile yaza yaza bitiremedi. Osmanlı
döneminde kaç padişahımızın kaç kardeşini, oğlunu, sadrazamını vb öldürttüğü
tartışılmaya ve araştırılmaya dursun, Cumhuriyet döneminde de bu hastalığımızın
karakter değiştirerek bir başka şekilde devam etmesi gerçekten de araştırılmaya
değer bir genetik hastalıktır. Hemen hemen hapishane koridorlarından
geçirmediğimiz yazarımız, çizerimiz ve aydınımız yok gibi. Olsa bile onları da
bir başka toplumsal baskı, işkence ve zulümden geçirdiğimizden eminim.
Özellikle de siyasi hırs uğruna gözümüzü kırpmadan
astığımız Rahmetli Adnan Menderes ve 3 arkadaşı ve yapılan her askeri
darbelerden sonra astığımız onlarca genç fidanın ahını almış bir toplum olarak
bunların hesabını gelecek kuşaklara kim nasıl verecek ben de merak ediyorum.
Geldiğimiz noktada yeni keşfettiğimiz askerimize zulüm
etme hastalığımızın son örneği olan Ergun Saygun Paşamız ve başta eski
genelkurmay başkanlarımız ve kuvvet komutanlarımız olmak üzere yaklaşık 400
muvazzaf ve emekli subayımıza gerekçesi her ne olursa bu yaptıklarımızın
hesabını bu dünyada veya öbür dünyada kim nasıl verecek gerçekten merak etmemek
elde değil.
Askerlerimize yaptığımız bu zulmün bonusu olarak zulüm
ettiğimiz başta Prof. Fatih Hilmioğu, Mehmet Haberal ve Prof. Kemal Gürüz gibi
hocalarımız olmak üzere diğer tüm hocalarımız ve aydınlarımıza bu yapılanların
herhangi bir haklı açıklaması olamaz. İzleyenler de sanacak ki biz her konuda
yüzbinlerce bilim adamı veya hoca yetiştirmişiz bu zulüm ettiklerimiz de
bunların zekatı. Üniversitelerde ders verecek hoca bulamıyoruz, kendimizce bir
gerekçe bularak olan hocalarımızı da kodese tıkmışız. Ben, Allah cümlemize akıl
ihsan eylesin demekten başka bir şey bulamıyorum. Bulan varsa buyursun söylesin
biz de ikna olalım.
Prof. Fatih Hilmioğlu, Ergun Saygun, İlker Başbuğ ve
diğer hocalarımızın ve askerlerimizin bu ülkeden kaçmayacaklarına veya
delilleri karartmayacaklarına bu ülkenin vicdan sahibi milyonlarca vatandaşının
kefil olacağından herkes emin olabilir. Her konuda boş işler için anket yapan veya
yaptıran tüm kurum veya kuruluşlarımızı bu konuda göreve çağırıyorum.