20 Haziran 2013 Perşembe

İSİM DEĞİŞTİRME VE ZULÜM ETME HASTALIĞI

Ogün ŞANLI

Farkında mısınız bilmiyorum? Genetik bilimi bile iki toplumsal hastalığımıza çare bulamadı. Tıp ve tıp teknolojisindeki baş döndürücü gelişmelere ve ARGE’ye yapılan milyarlarca dolarlık yatırımlara rağmen biz Türklerin iki hastalığına çözüm bulunabilmiş değil. Görünen şudur ki, kanserin her türüne çare bulunsa bile bizim bu hastalıklarımıza çare bulunması imkan dahilinde görülmemektedir.
Kangrene dönüşen bu hastalıklarımızdan birisinin isim değiştirme hastalığı olduğunu biliyorsunuz. İttihat ve Terakki’den beri; illerin, ilçelerin, köylerin, mahallelerin, caddelerin, sokakların, okulların, camilerin, dağın, taşın, toprağın velhasılı kelam kafamızı değiştirmek yerine her şeyin ismini değiştiriyoruz.
Benim babam ve annem Kars’ın Zarşat kazasının Kızılçakçak nahiyesinin Uzunkilse köyünde doğmuşlar. Ama ben isim değişikliklerinin mağduru olarak Kars’ın Arpaçay kazasının Akyaka nahiyesinin Esenyayla köyünde dünyaya gelmişim. Mekan aynı mekan ama isimleri değişmiş. Bizim köyün ismiyle birlikte Kızılçakçak’a bağlı 21 köyün ismide bir gecede değiştirilmiş. Benim annemin ve babamın babası da yine Zarşat’ın Sosgirt köyünde doğmuşlar ama onların mezarları şu anda Arpaçay’ın Taşdere köyünde… Yine aynı mekan, farklı isim. Çünkü Sosgirt’in ismi de Taşdere olarak değiştirilmiş. Bu isim değişiklikleri yaklaşık 50 yıl önce yapılmış olmasına rağmen, yarattığı kafa karışıklığı hala devam ediyor. Benim bu isim değişiklikleriyle hep başım belada olmuştur. Çok yakın arkadaşlarımın oturduğu Ankara Bahçelievler’deki 1’inci caddenin ismi Taşkent caddesi, 3’üncü caddenin ismi de Azerbaycan caddesi olarak değiştirildiği için sık sık adres mağduru olmak zorunda bırakıldım.
Bizim yöremizdeki 1’inci ve 2’inci kuşak hala Kars’ın kazaları, nahiyeleri ve köylerini eski isimleriyle bilir ve tüm konuşmalarında da eski isimleri kullanır. 3’üncü ve 4’üncü kuşak ise- ben de dahil- çoğu kimse eski isimleri bilmez , hatırlayamaz ve bu konuda kuşaklar arasında çok büyük kültür çatışması yaşanır. Örneğin yaklaşık 60 yaş civarında bir Karslı ile karşılaştığımda “Sen nerelisin, kimlerdensin?” diye bana sorduğunda ben önce “Akyaka’nın Esenyayla köyündenim” diye cevap veririm. Tabi adam beni tanıyamaz. Ben de adamın anlayabileceği şekilde yeniden kendimi tanıtmak zorunda kalırım. “Ben Kızılçakçak’ın Uzunkilse köyündenim ve Sosgirtlilerdenim ” deyince adam hemen beni tanır ve ailemize mensup onlarca adamdan bahsetmeye başlar.
Bu isimleri kim veya kimler, neden değiştirir? Belki bazı isim değişikliklerinin haklı gerekçeleri de vardır. Hatta bazı değişiklikler belki bu günün yanlışı olmakla beraber o günün doğrularıdır. Ama bence “kafamızı değiştiremediğimiz için” bu işlerle çok uğraşıyoruz.
Son zamanlar da durmadan okulların ve camilerin isimlerini değiştirmeye başladık. Görenler de sanacak ki hala yerleşik bir toplum olamadık, hala göçebe bir toplum olarak yer değiştiriyoruz. Özellikle de yeni bir eser yaratıp arzu ettiğimiz isimi ona vermek yerine mevcut olan eserin ismini değiştirme hastalığımızın tedavisinin mümkün olduğu gün çağ atlayacağımızdan emin olabilirsiniz.
Bir ikinci hastalığımızın da bu toplumun kıt kanat yetiştirdiği yazar, çizer, şair, öğretmen ve diğer aydınlarımıza zulüm etme hastalığımızdır ki bu hastalığımızı tarih bile yaza yaza bitiremedi. Osmanlı döneminde kaç padişahımızın kaç kardeşini, oğlunu, sadrazamını vb öldürttüğü tartışılmaya ve araştırılmaya dursun, Cumhuriyet döneminde de bu hastalığımızın karakter değiştirerek bir başka şekilde devam etmesi gerçekten de araştırılmaya değer bir genetik hastalıktır. Hemen hemen hapishane koridorlarından geçirmediğimiz yazarımız, çizerimiz ve aydınımız yok gibi. Olsa bile onları da bir başka toplumsal baskı, işkence ve zulümden geçirdiğimizden eminim.
Özellikle de siyasi hırs uğruna gözümüzü kırpmadan astığımız Rahmetli Adnan Menderes ve 3 arkadaşı ve yapılan her askeri darbelerden sonra astığımız onlarca genç fidanın ahını almış bir toplum olarak bunların hesabını gelecek kuşaklara kim nasıl verecek ben de merak ediyorum.
Geldiğimiz noktada yeni keşfettiğimiz askerimize zulüm etme hastalığımızın son örneği olan Ergun Saygun Paşamız ve başta eski genelkurmay başkanlarımız ve kuvvet komutanlarımız olmak üzere yaklaşık 400 muvazzaf ve emekli subayımıza gerekçesi her ne olursa bu yaptıklarımızın hesabını bu dünyada veya öbür dünyada kim nasıl verecek gerçekten merak etmemek elde değil.
Askerlerimize yaptığımız bu zulmün bonusu olarak zulüm ettiğimiz başta Prof. Fatih Hilmioğu, Mehmet Haberal ve Prof. Kemal Gürüz gibi hocalarımız olmak üzere diğer tüm hocalarımız ve aydınlarımıza bu yapılanların herhangi bir haklı açıklaması olamaz. İzleyenler de sanacak ki biz her konuda yüzbinlerce bilim adamı veya hoca yetiştirmişiz bu zulüm ettiklerimiz de bunların zekatı. Üniversitelerde ders verecek hoca bulamıyoruz, kendimizce bir gerekçe bularak olan hocalarımızı da kodese tıkmışız. Ben, Allah cümlemize akıl ihsan eylesin demekten başka bir şey bulamıyorum. Bulan varsa buyursun söylesin biz de ikna olalım.

Prof. Fatih Hilmioğlu, Ergun Saygun, İlker Başbuğ ve diğer hocalarımızın ve askerlerimizin bu ülkeden kaçmayacaklarına veya delilleri karartmayacaklarına bu ülkenin vicdan sahibi milyonlarca vatandaşının kefil olacağından herkes emin olabilir. Her konuda boş işler için anket yapan veya yaptıran tüm kurum veya kuruluşlarımızı bu konuda göreve çağırıyorum.

ŞANGHAY BEŞLİSİ

Ogün ŞANLI

1980’li yıllarda eski Sovyetler Birliği’nin dağılmasını müteakip Varşova Paktı’nın da yıkılmasıyla NATO’nun da artık eski gücünden ve işlevinden uzaklaştığı ve yeni roller üstlendiği bir gerçektir. Soğuk savaş döneminin vazgeçilmez askeri birliği olan NATO’nun artık varlık nedeni sorgulanmaya başlanmıştır. Son zamanlarda artan uluslar arası terör olaylarına karşı etkin rol oynama ve doğal afetlere müdahale gibi görevleri de üslenen NATO’nun neden hala genişlemeye devam ettiği de bir muamma.
Soğuk savaşın sona ermesiyle bütün dünyada ekonomik birlikler daha da önem kazanmış ve bir çok bölgesel ekonomik iş birliği örgütleri kurulmuştur. Başta Avrupa Birliği (AB) olmak üzere bu işbirliği örgütleri artık dünya ekonomisi ve onun yönetiminde büyük roller üslenmeye başlamıştır. Ayrıca bu tür örgütlerin küreselleşmenin ülkelere olabilecek kötü etkilerinin en aza indirmesi amacıyla da çok önemsendiği bilinmektedir.
Son zamanlarda gerek Türk kamuoyu gündeminde gerekse de dünya gündeminde ön plana çıkmaya başlayan Şanghay İşbirliği Örgütü(ŞİÖ) adını örgütün ilk toplandığı yerden Şanghay’dan almaktadır. Çin Halk Cumhuriyeti, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’ın 1996′da yılında oluşturdukları yapılanma Şanghay Beşlisi olarak anılıyor. Bu örgüt 2001′de Özbekistan’ın katılımıyla üye sayısını altıya çıkartmıştır.
Haziran 2001′de üye devletler Rusya’nın Saint Petersburg kentindeki zirvesinde örgütün amaç, prensip, yapı ve işleyişini belirleyen ŞİÖ beyannamesini imzaladı. Ayrıca zirvede bir “anti-terör ajansı”nın kurulmasını öngören bir anlaşma daha imzalandı.
Türkiye 2012′de, Şangay İşbirliği Örgütü’ne(ŞİÖ) diyalog ortağı olarak katıldı. Katılım sonrası kararı değerlendiren dünyanın bir çok ülkesindeki stratejistler bu kararın hem ŞİÖ hem de Türkiye açısından bir devrim niteliğinde olduğunu belirttiler. Bir NATO üyesi olan Türkiye’nin ŞİÖ’nün de bir şekilde içerisinde bulunması tüm dünyada dikkatle izlenmekte ve bu işbirliğinin nasıl şekilleneceği de merak edilmektedir.
Dünya petrol üretim ve kullanım pazarının yarısından fazlasını elinde bulunduran Hindistan, İran, Moğolistan ve Pakistan’ın gözlemci olarak bulunduğu örgütte, şimdilik dünyadaki tek kutupluluğun tek temsilcisi durumunda olan ABD’ye karşı etkili bir karşıt kutup oluşturabileceği değerlendirilmektedir. Gerek Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin’in, gerekse de Çinli yetkililerinin sık sık vurguladıkları “Tek kutuplu dünya kabul edilemez” açıklaması, örgütün vizyonunu ve misyonunu da özetlemektedir.
ŞİÖ’nün kuruluş amaçlarından birisinin de dünya nüfusunun 1/4′ünün yaşadığı coğrafyada, en büyük güvenlik tehditleri olarak deklare ettikleri terör, ayrılıkçılık ve aşırıcılıkla mücadele olduğu için terör ve bölücülük hareketleriyle aynen bizim olduğumuz gibi başı belada olan birçok ülkede örgütün çalışmaları yakinen izlenmekte ve taktir edilmektedir. Özellikle bazı AB üyesi ülkelerin Türkiye’ye yönelik terör hareketlerine ev sahipliği yapması ve teröristleri koruyup kollaması bu ülkelere karşı halkın güven duygusunu zedelediği için de ŞİÖ’ye karşı halkın teveccühünün artarak devam ettiğini göstermektedir..
ŞİÖ’nün öncelikli olarak üye ülkelerin Orta Asya güvenliği ile ilgili sorunlarına eğilme amacında olduğu anlaşılmakla beraber, başlıca tehditler olarak terörizm ve bölücülüğü gösterdiği ve bu amaçla Bölgesel Antiterörizm Yapısı (RATS) kurduğu bilinmektedir. Ayrıca , ŞİÖ antiterörizm kapsamı altında uluslararası uyuşturucu suçlarıyla mücadele etme planını da açıklamış durumdadır.
Bunun yanı sıra ŞİÖ’nün askeri bir blok olma niyetinin bulunmadığı da sık sık kamuoyuna açıklanmaktadır. Bu maksatla üye devletlerin 2003 yılında ekonomik işbirliğini genişletme amacıyla bir çerçeve anlaşması imzaladığı ve bölgede ticaretin geliştirilmesi için bir an önce tedbirlerin alınması gerektiği ve uzun vadede bir serbest ticaret bölgesi oluşturulmasının hedeflendiği bilinmektedir.
Ayrıca ŞİÖ’nün ortak enerji projelerine öncelik tanıyacağı açıklanmış, özellikle de petrol ve gaz sektörüyle ve su kaynaklarının ortak kullanımı üzerinde durulacağı belirtilmiştir. Ortak projelerin finansmanı için bir ŞİÖ İnterbankı’nın kurulması kabul edilmiş, bir “Enerji Kulübü” kurulması konusunda planlar yapıldığı ancak bu çalışmanın henüz tamamlanamadığı da bilinmektedir. Son zamanlarda kültürel işbirliğinin de ŞİÖ çerçevesine dahil edilmesiyle örgüte yeni bir boyut kazandırılmıştır.
Eski Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra Rusya’nın öncülüğünde kurulan Birleşik Devletler Topluluğu’na Türkiye’nin de üye olmasının çok yararlı olacağı ve özelliklede bu topluluğa üye olan diğer Türk Cumhuriyetleri ile ilişkilerini bu şekilde daha da geliştirebileceğini düşünen birkaç arkadaş geçmişte bu konuyu kendi aramızda çok uzun tartışmıştık. Bu konudaki fikirlerimizi her platformda dile getirerek bu fikrin yaygınlaşmasına çalıştık ancak çok da başarılı olduğumuz söylenemez. Ben şahsen bu konuda hala aynı fikirdeyim.
Son zamanlarda Sayın Başbakan’ın açıklamalarıyla kamuoyunda tartışılmaya başlanan ŞİÖ’ye Türkiye’nin üye olması konusunu şahsen çok önemsiyorum. Umarım ki tarihi her ne olura olsun bu gerçekleşir. Türkiye’nin menfaatlerinin bu yönde olduğuna inanıyorum. Bu örgütün AB’nin alternatifi olmadığını herkes biliyor.
Ancak unutmamak lazım ki 50 yıl önce resmi başvurumuzu yaptığımız AB’de de Türkiye’nin üyeliğine karşı çok şiddetli bir direnç oluştuğu için yakın bir gelecekte bunun mümkün olamayacağı anlaşılmaktadır. Türkiye’nin bu konuda artık yorulduğunu ve Türk kamuoyunun bu konudaki inancını da kayıp ettiği bir gerçektir.

AB’nin tüm standartlarının eksiksiz olarak ülkemizde uygulanmasına hiç tereddütsüz evet. Ancak AB’nin yıllardır Türkiye’ye ve Türk halkına gösterdiği kabul edilemez aşağılık muameleye hayır. ŞİÖ’ye en kısa süre içerisinde üyeliğe evet. Ancak sırtımızı AB’ye dönmemize hayır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da ‘biz istemezük’cülere inat biz isterük.

DÜN TSK YARDAKÇILIĞI BUGÜN ASKER DÜŞMANLIĞI

Ogün ŞANLI

Gerek resmi olarak yapılan açıklamalardan gerekse de basından izlediğimiz kadarıyla şu anda içerisinde çok sayıda general ve amiralin de bulunduğu Ergenekon, Balyoz ve Askeri casusluk davası başta olmak üzere 400 muvazzaf ve emekli subayın yaklaşık dört yıldan beri tutuklu bulunduğu anlaşılmaktadır. Bu askerlerin 250’sinin muvazzaf asker olması ülke güvenliği ile de doğrudan bağlantılı olduğunu düşünüyorum.
Dünyadaki mevcut sorunlu bölgelerin ¾’nün ülkemizin de bulunduğu bu belalı coğrafyada veya ülkemizi de etkileyebilecek bir alanda bulunması ve Orta Doğudaki son gelişmeler de dikkate alındığında bu durumun ülkemiz açısından ne anlama geldiğinin bu konunun uzmanları tarafından tartışılması gerekirken bu konu açıldığında büyük bir çoğunluğun ya susup yere bakması yada ben almayayım kalsın demesi ülkemiz bakımından çok manidardır.
Özellikle de yıllarca terörle mücadele eden ve bu maksatla yıllarca evinden çolundan çocuğundan uzak kalan şu anda onları suçlayanların zevk sefa alemi içerisinde ve sıcak evlerinde uyurken onların dağ başlarında kar kış yağmur demeden ülkenin bölünmemesi için verdikleri mücadeleyi tüm dünya biliyorken bizim bunları görmezlikten gelerek onlara zulüm etmeye ne hakkımız var anlamak mümkün değil.
Çolunun çocuğunun doğumunda yaş gününde bayramda seyranda bile ev yüzü görmeyen bu kahramanları kim neyle suçlarsa suçlasın bunlar bu ülkenin biz mütedeyyin vatandaşları gözünde hep kahraman olarak kalacaktır. Bunları bizim gözümüzde kimse küçük düşüremez bunların tek bir teline helal gelmesine asla ve asla gönlümüz razı gelemez. Bu hep böyle biline. Biz dönüp dolaşıp adaletin yerini bulacağına olan inancımızı hep korumak istiyoruz. Umarız ki bu inancımız sarsılmaz.
Tabi ki bu ülkede her kim suç işlemişse onun yargılanmasına ve gerekli cezai müeyyidenin uygulanmasına kimsenin bir ihtirazı olamaz. Ancak insanları önce içeri koyup sonra da sen bekle ben sana suç bulmaya çalışacağım anlayışının vicdanları yaraladığı da bir gerçek. Bu kadar uzun tutukluluk süresi ve açıklanan gerekçeler bir kısım çevreler hariç kimseyi tatmin etmiş değil.
Bu askerlerin suçlandığı konularda sivil yöneticilerin bu ülkeyi çok kötü yönetmesinin veya bu ülkenin yüzlerce gazetecisi, iş adamı ve aydının bunları teşvik etmesinin hiç mi payı yok? varsa onlar nerede. O gün TSK’ya yardakçılık yapanların ve onların arkasına sığınarak onları iktidara karşı kışkırtanların şimdi de mevcut iktidara yardakçılık yaptığını ve tam tersi İktidarı TSK’ya karşı kışkırttıklarına görmeyecek kadar kör olduğumuz mu sanılıyor.
Televizyonlarda şurasını burasını patlatarak TSK hakkında yalan ve düzmece suçlamalar yapan nevi şahsına münhasır çakma gazeteciler ve medya mensupları biz sizi çok iyi tanıyoruz. Sizin TSK üzerinden mevcut siyasi iktidardan nemalanmaktan başka bir derdiniz olamaz. Sizin Ata babalarınızın da rahmetli Menderesin örtülü ödeneğini tırtıklayıp onun başını belaya soktukları daha yeni umumi efkara açıklandı.
Özellikle de Donanma komutanı Oramiral Nusret Güner’in askeri casusluk
davası sonrası istifa etmesi bu konuyu yeniden gündeme taşımış ve bu olay ordunun üst yönetiminde yeni bir krize neden olurken Sayın Başbakan da önceki gün ‘Terörle mücadele edecek komutan bulamıyoruz’ diyerek konuya yeni bir boyut kazandırmıştır.
Cezaevinden bulunan komutanlar arasında; Emekli Orgeneral İlker Başbuğ (Eski Genelkurmay Başkanı), Emekli Orgeneral Özden Örnek (Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı), Emekli Orgeneral İbrahim Fırtına (Eski Hava Kuvvetleri Komutanı), Emekli Orgeneral Şener Eruygur, (Eski Jandarma Genel Komutanı, Emekli Orgeneral Çetin Doğan (Eski 1. Ordu Komutanı), Emekli Orgeneral Hurşit Tolon (Eski 1. Ordu Komutanı), Emekli Orgeneral Ergun Saygun (Eski 1. Ordu Komutanı), Emekli Orgeneral Şükrü Sarıışık (Eski MGK Genel Sekreteri)’nin yanı sıra 36 muvazzaf general ve amiralin de bulunması ve bunların terör örgütüne üye olmaktan yargılanması konusunu bu toplum ileri de doğacak çocuklarına nasıl anlatacak gerçekten de izah edilmesi mümkün olmayan bir durumla karşı karşıyayız. Bu suçlamanın bile çok haysiyet kırıcı olduğu ve suçlananların onurlarını ve gururlarını rencide edici olduğunu anlamak için piskolok olmaya gerek var mı bilmiyorum.
Mahkemeler tarafından açıklanan gerekçelerin tarafları, onların avukatlarını ve bu ülkenin normal vatandaşlarının büyük bir çoğunluğunu tatmin etmemesi, sanıklar hakkında toplanan delillerin büyük bir çoğunluğunun yasal olmayan yollardan elde edilmesi ve sanıklar lehine olabilecek hiçbir delile iddianamede yer verilmemiş olmasının büyük mağduriyetler yarattığı yönünde yaygın kanaat oluşmuştur.
Yöneticilerimiz tarafından sık sık kullanılan ‘falan komutan hani sen falan büyüğümüzü görünce ayağa kalkmamıştın ya, feşmekan komutan hani sen falan devlet büyüğümüzün eşinin elini sıkmamıştan ya, zatı muhterem komutan hani sen MGK Toplantısında bizim elimizi sıkmamıştın ya veya falan adam biraz sözlerine dikkat et o adamda senin gibi konuşuyordu ama şimdi Silivri’de vb’ suçlayıcı açıklamaların da çoğunluğu tatmin etmekten uzak olduğu gibi vicdanları yaraladığından da emin olabilirsiniz. Böyle suç mu olurmuş.
Donanmamızda bulunan gemileri, firkateyinleri ve deniz altılarını turistik amaçlar için kullanamayacağımıza ve terörle mücadeleyi herhangi bir kurum veya kuruluşa taşere edemeyeceğimize göre bizim bu TSK’ya ihtiyacımızın olduğunu düşünüyorum.
Son zamanlarda TSK’nın dünyadaki mevcut orduların tamamıyla her konuda yarışacak uluslararası bir marka haline geldiğini ve bunun da tüm Türk halkı için bir gurur kaynağı olduğunu hepimiz biliyoruz bir kısım çevrelerin ve bilinçli olarak TSK’yı mundar etme çabalarının çok yakında geri tepeceğinden de eminiz.

“Benim suçum ne? Ben neden hapishanedeyim?” feryatlarına ” Bu askerleri kim neden yasalara da aykırı olarak içeride tutuyor?” feryatları da eklenince ortada gizemli bir durumun olduğu, bir gün bu gizemin mutlaka çözüleceği ve her şeyin ortaya saçılacağı günlerin çok yakın olduğunu düşünüyorum.

BARIŞ DİLİ

Ogün ŞANLI

Son günlerin en moda, en mega ve en etkin sözcüğü ‘barış dili’. Bugünlerde hangi televizyonu, hangi radyo kanalını, hangi gazeteyi, dergiyi açsanız barış dili ve onun faydaları konusundaki masalları dinlemeniz mümkün.
Bir kısım medya ve çevreler barış dilinin her gün üç defa yemekten önce söylenmesini önerirken, bir kısım medya ve çevreler ise yemekten sonra söylenmesi halinde her derde deva olacağını öğütlüyorlar.
Diğer taraftan bazıları da alternatif tıpta bu sözcüğün yerini başka hiçbir sözcüğün tutmadığını iddia ediyor. Bir kısım çevreler de, bu ve benzer sözcüklerin İngilizce olarak hatta özellikle de Amerikan aksanıyla söylenmesinin söyleyenlere çağ atlatabileceğini, ülke ve dünya barışına en üst seviyede katkı sağlanabileceğini öneriyorlar.
Eski milletvekillerinden Prof. Dr. Mithat Melen’le daha vekil olmadan önce, sanıyorum 2001 yılında, Ankara’da bir yemekte karşılaştığımızda televizyonda o günkü IMF Türkiye Şefi İtalyan asıllı Carlo Cottarelli konuşuyordu. Görseniz sanırsınız ki, dünyanın en önemli adamı… Kasım kasım kasılıyor. Tüm basın adamın peşinde, adım adım izliyorlar. O da ister istemez, haklı olarak kendisini bir şey sanıyor. Hoca, ‘şu adama bak ya! Gören de sanacak ki adam kimsenin bilmediği bir şeyleri söylüyor. Ya kardeşim senin o söylediklerini biz yıllardır söylüyoruz kimse bizi anlamıyor. Çünkü biz Türkçe söylüyoruz. Hiçbir Türk bizi anlamıyor. Sen dua et ki, sen İngilizce söylüyorsun. Herkes seni bizden daha iyi anlıyor’ diye kendi kendisine konuşunca biz de gülmek zorunda kalmıştık.
Bu konuşmadan birkaç ay sonra Antalya’da yapılan Turizm Yatırımcıları Derneği’nin bir sempozyumuna katılmıştım. Öğlen yemeğinde bir baktım Cottarelli tam karşımda oturmuyor mu! Bu fırsatı kaçırmam mümkün mü? Hemen sordum: ‘Sayın Cottarelli birkaç ay önce Ankara’da karşılaştığımız bir Türk profesör bana dedi ki, ‘Onun söylediği her şeyi hatta daha fazlasını biz yıllardır hep söylüyoruz. Ancak biz Türkçe söylediğimiz için halk bizi anlamıyor. O İngilizce söylediği için herkes onu daha iyi anlıyor dedi’ dedim. Gülerek bana, ‘Evet sizin profesör doğru söylüyor’ dedi. ‘Ekonominin kuraları evrenseldir. Sorunlar da çözümleri de evrenseldir. Onu kimin hangi dilde söylediği çok da önemli değil’ dedi.
Televizyonlardaki barış dili havarilerini izlerken fark ediyor musunuz bunlardan bazıları kendilerini Türk halkına daha iyi ifade edebilmek için çoğunlukla ‘peaceful language, soft language, soft power vb’ sözcükleri nasıl da Türk işi İngilizceleriyle şiir gibi söylüyorlar. Bazı okuyucular sorabilir ‘ İyi de bu sözcüklerin anlamı ne?’ Cevap veriyorum… Merak ediyorsan yazarsın Google’a o söyler sana onların ne demek olduğunu.
Televizyonlarda, gazetelerde barış dilinin en üst seviyede kullanılarak bir barış dili kültürü oluşturulması için şurasını burasını patlatan bir kısım yazar çizer takımına sesleniyorum: ‘Ya kardeşim siz bu ülkenin, biz mütedeyyin vatandaşlarından ne istiyorsunuz? Bizden illa da bir şey olmamızı, sizin istediğiniz dili kullanmamızı bizden zorla yumuşak bir toplum yaratma hakkını size kim veriyor? Bizim kahraman bir millet olduğumuzu yedi düvel biliyor sen mi bilmiyorsun? Biz hayatınızın hiçbir döneminde sizden bir şey olmanızı istedik mi?’
Barış diline gerekli sadakati göstermediği için İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin gitti, yerine en iyi barış dilini kullanacağından emin olduğumuz Muammer Güler geldi. İlk barış dili mesajında Güney Doğu’nun dağından, taşından, ovasından, deresinden, çayından çok yakında barış fışkıracağını kamu oyuna ilan etti. Eski Sağlık Bakanı Recep Akdağ’ın da barış dili konusunda çok zayıf kaldığı, eski Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın da hangi dili kullanması gerektiği yönünde sürekli tereddütler yaşadığı için kendilerine yol verildiği konuşuluyor.
CHP’de barış dili bir bayan milletvekili tarafından ihlal edildiği için partiden istifalar başladı. Zaten birisi yanlışlıkla hapşırsa grip olma hastalığı kangrenleşen CHP, barış dilinin kullanılması konusunda da çatırdamaya ve her kafadan bir ses çıkmaya başladı.
Barış dilini en iyi kullanan ve bu kültüre katkı sağlayanların bu yıl Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterileceği yönünde şehir efsaneleri anlatılmaya başlandı. Hadi göreyim sizi yiğitlerim…
Her konuda olduğu gibi barış dili konusunda da kimse bizim fikrimizi sormaya bile gerek duymadı ama olsun… Yine de, ben bu konudaki görüşümü kamuoyuna saygıyla sunmaya karar verdim.
‘Bak barış dili havarisi çok bilen twitterci yazar çizer kardeşim! Ben her zaman Başbakanımız Sayın Recep Tayyip Erdoğan’ın nevi şahsına münhasır Rizeli dilini senin kullandığın o barış diline bin kez tercih ederim.
Sen ey başbakanımıza oy vermeyeceğini bağırarak büyük bir sinirle söyleyen öğretmen arkadaşım!
Sen o oyunu da al köyüne dön. Sen öğretmen olabilirsin ama barış dili konusunda sende kültür gedikliği olduğu aşikar. Sen ya bu eksikliğini en kısa zamanda gider ya da sonsuza kadar sus.
Şöyle bir ülke hayal edin… Dindar gençlik, dindar ordu, dindar üniversite, dindar bürokrasi, dindar basın üzerine de barış dilini oturttunuz mu kim tutar bizi çağ atlarız çağ. Bilim, teknoloji, uzay bizden sorulur. Nobel üzerine Nobel kazanır hatta gerekirse Osmanlı’nın sınırlarını bile biraz daha öteleyerek yeni bir imparatorluk bile kurarız. Son zamanlarda televizyonlarda sık sık görmeye alıştığımız Adnan Oktar’lardan, Ali Rıza Demircan’lardan ve Sibel Üresin’lerden sağınızda solunuzda yüzlerce olduğunu bir hayal edebiliyor musunuz?

Dindar toplumun bu dindarlarının bulunduğu her ortam buram buram seks kokar. Sizin bildiğiniz böyle bir dünya varsa el ele tutuşup gidip hep beraber orada yaşayabiliriz

SÜREÇ CIRTTT…

Ogün ŞANLI

Yakın tarihimizde yaşanan bazı olayların ya dilimize yeni sözcükleri kattığı veya bazı sözcükleri daha sık kullanmamıza neden olduğu herkesin malumudur.
Bu sözcüklerden Sayın Demirel’in dilimize kazandırdığı ‘dün dündür, bugün bugündür, kimse karnıyla konuşmasın’ ve Sayın Özal tarafından sık sık kullanılan ‘transformasyon, globalleşme, küreselleşme ve mister Bush’ yıllarca herkesin diline pelesenk olan sözcüklerin bazılarıdır.
Irak’ın Kuveyt’i işgal etmeye çalıştığı birinci Körfez krizinde sık sık kullanılan ‘dost kuvvetlerin uçakları bugün Irak hedeflerine toplamda 100 sorti yaptı’ haberlerinde kullanılan ‘sorti’ sözcüğü günlük hayatımızda daha sık kullanılmaya başlanmıştı. Market işleten biraderim akşam bana gülerek ‘abi bugün çekleri ödeyebilmek için bankaya en az 10 sorti yaparak para götürmek zorunda kaldım’ derdi. Yine oturduğumuz apartmanın kapıcısı bana ‘bey herkes ihtiyaçlarını tam ve bir defada bildirmediği için bugün bakkala 20 sorti yaptım dersem yeridir’ diye dert yanardı.
Son İstanbul ve Düzce depreminden sonra her akşam bütün televizyonlarda duymaya başladığımız ‘artçı şok, öncü şok, fay hattı’ terimlerinden artık kına geldiğini hatırlarsınız. Yine her akşam kendi fayını alarak koşar adım kanal kanal dolaşarak kıyametin habercisi numaralarıyla daha sonra bu işten nasıl da köşe oldukları anlaşılan bazı bilim adamlarının bu alışkanlıkları maalesef ki halen devam ediyor.
Bu günlerin vazgeçilmez sözcüğü ‘süreç’ aynen depremleri tartıştığımız günlerde olduğu gibi şimdi de sürecini alan, gazeteci, terör uzmanı, akademisyen, şehirli, kasabalı, köylü, bilen bilmeyen kim varsa herkes bir televizyon veya radyo kanalına koşarak sürece katkıda bulunmaya çalışıyor.
Sürecin sekteye uğramaması lazım, sürece zarar vermemek lazım, süreci çok iyi yönetmek lazım, sürecin uzamaması lazım, sürecin şeffaf yürütülmesi lazım, müzakere süreci, görüşme süreci, Oslo süreci, İmralı süreci, Kandil sürece dahil olmalıdır, savaş süreci, barış süreci, süreci o başlattı, hayır süreci bu başlattı, sürecin frenine basmamak lazım, sürecin pedalına basmak lazım, süreç her ahvali şerde devam edecek vb. Süreç de süreç… Ha babam süreç de babam süreç… Süreç aşağı süreç yukarı…
Tabi bu süreçle yanıp tutuşanların tamamının tuzu kuru olduğu için bunlar bizim gibi şehitlerine sarılarak onları toprağa vermedikleri için ve bunların büyük bir çoğunluğunun temel mesleğinin dün de bugün de hatta yarın da iktidar yalakalığı olduğu için bunların süreciyle bizlerin sürecinin çok farklı olduğunun da bunlar farkında değil. Bunların süreci bekarın eşini boşaması süreci gibi bir şey.
Paris’te 3 PKK’lı terörist kadının suikastı şimdiden süreci provoke etmek için iç ve dış düşmanların faaliyete geçtikleri yönünde yorumlandığı için bu ve benzeri olaylar hazırlıklı olunması gerektiği hatta bundan sonra olabilecek şehitlerin basın ve medyada yer almaması ve bunların büyütülmemesi gerektiği yönünde de telkinde bulunulmaya başlandı. Çünkü her ne kadar PKK yine yol kesip karakol basıp askerlerimizi şehit etse veya köyleri basıp kundaktaki çocukları öldürse bu süreci kesintiye uğratmak için dış güçlerin bir oyunu olarak yorumlanmalı ve üzerine bir bardak su içilmelidir şeklinde fetvalar verilmeye başlandı.
Başlatılan barış sürecinin baltalanmamasına yönelik olarak teröristler için yapılacak cenaze törenlerinde olay çıkmaması için herkes bildiği duaları okudu ve teröristlere yalvararak ‘ne olursunuz ölümüzü öpün. Şayet olay çıkarırsanız vallahi de billahi de size küseriz’ telkininde bulunuldu. ‘Habur sürecinin içine şey yaptınız bari bu süreci temiz bırakın’ diye öğütler de verildi.
Dünyada bir örneği var mı bilmiyorum ama sürece herhangi bir helal gelmemesi için öldürülen teröristlerin cenazeleri milli havayolumuz THY ile taşınarak THY’nin ve onun yöneticilerinin ulusal ve uluslararası başarılarına yeni bir başarı daha eklendi. Hükümetimizin yerel yönetimlere verdiği önem çerçevesinde Diyarbakır Belediyesi’nin tüm imkanları seferber edilerek teröristlerin cenazelerinde hiçbir özveriden kaçınılmadı. Böylece de sürece en üst seviyede katkı sağlanmış olundu.
Birgün ermeni, birgün Kürt, bir başka gün bilmem ne olan bizim bir kısım Türk gazetecileri ve aydınları kendilerini sürece adayarak ve hayatında tek bir şehit cenazesine katılmamışken teröristlerin cenazelerinde en önde saf tutup yürüyerek göz doldurdular.
Tam da bu zındıkların akşam televizyon televizyon dolaşarak kafamızı nasıl ütüleyeceklerini ve sürece nasıl da sıkı sıkıya bağlı olduklarını tüm dünyaya ilan edeceklerini kara kara düşünürken rahmetli Mehmet Ali Brand imdadımıza yetişti. Şu anda bir çok televizyon rahmetli M.A. Brand ile ilgili haberler yaptığı için bizimkilerin kursağında kaldı, biz de bu zulümden kurtulmuş olduk.
İlla da bir muhatap aranıyorsa TBMM’de bu yörenin insanlarından yüzlerce milletvekili ve bu yöredeki yüzlerce sivil toplum örgütü ve binlerce akil adam varken neden başka adresler peşinde koşulur anlamak mümkün değil. Çok yakında sürecimi kimseye kaptırmam savaşlarına şahit olacağımızdan emin olabilirsiniz.
PKK terör sorunuyla Kürt vatandaşlarımızın sorunlarının ayrı ayrı değerlendirilerek çözüm üretilmemesi ve bu sorunun çözümü için şimdi yapıldığı gibi yanlış adresin tercih edilmesi nedeniyledir ki bence daha şimdiden bu süreç cırttt…

Dün Habur’dan giren teröristleri otobüslerin üzerine bindirerek köy köy, kasaba kasaba , şehir şehir dolaştıranlar bu gün de Paris’te öldürülen teröristleri devletin milli bayrak taşıyıcısı THY ye bindirerek şehir şehir daha sonra da ambulanslara bindirerek köy, köy, kasaba kasaba , şehir şehir dolaştırarak onlardan birer kahraman yaratarak süreci bir adım daha ileri taşımışlardır. Bütün bu olup bitenlere süreç uğruna seyirci kalanları tarihe havale ediyorum.

KIŞIN SİLAH BIRAKMA NUMARALARI YAZIN ŞEHİT CENAZE TÖRENLERİ

Ogün ŞANLI

Son otuz yıldır iyice kangrene dönen PKK terörünün sonlandırılması için birden bire yine coştuk. Karşılıklı görüşmeler, demeçler, eli kanlı teröristlerden yaratılmaya çalışılan barış güvercinleri, viskisini yudumlarken ağzını eliyle silerek televizyon kanallarına koşan Türk twittercı baykuş gazeteci ve aydınlar… Öyle bir kırıta kırıta konuşuyorlar ki, sanırsınız ya siz bu ülkede yaşamıyorsunuz ya da bunlar az önce uzaydan gelmişler. Hepsinin tuzu kuru olduğu için Türk halkı adına racon üstüne racon kesiyorlar. Adama sormazlar mı ‘sizin bugüne kadar kestiğiniz hangi racondan biz hangi faydayı gördük ki bu konuda keseceğiniz racondan da bir fayda görelim’ diye!
Ayak üstü ağzınızdan salyalar akarak konuştuğunuz konu; Edirne’den Kars’a, Sinop’tan Mersin’e kadar her ilin ilçenin kasaba ve köyün mezarlığında onlarca şehidin yattığı bir konudur. Son otuz yılda 30 binden fazla şehit ve ülke ekonomisine verilen 400 milyar dolar zarar… Bu terörü kimler başlattıysa, bu konuyu kimler bu noktaya getirdiyse bu işin vebali de onların boynundadır ve onların yakasını bırakmayacaktır. Siz onlara ister ‘Sayın’ deyin ister ‘Gerilla’ ne derseniz deyin bebek katili çıngırağı hep onların yakasında asılı olarak tarihin karanlığına ellerinin kanlarıyla gömülüp gideceklerdir. Biz bu işin tarafı değil mağduruyuz.
Son otuz yıldır aynı terane… Kışın silah bırakma numaraları yazın şehit cenaze törenleri! Bu kısır döngüden bıktık. Yok Kürt derin devletçileri, yok Türk derin devletçileri, yok o sabote etti, yok bu sabote etti, yok dış düşmanlar, yok iç düşmanlar… Adına her ne derseniz deyin geldiğimiz nokta ortada. Bir arpa boyu yol alınamamıştır. Şimdi de karşılıklı ateşkes yapılması için mutabakata varıldığı yönünde şehir efsaneleri dolaşmaya başladı. Şayet durum buysa millet olarak devletimizin ruhuna fatiha okuyup ağlamak için havluları hazırlayalım.
Bu sorunun günlük politikalarla ve şahıslara bağlı olarak çözülemeyeceği ortadadır. Bu konuda çok sağlam ve uygulanabilir çözüm önerilerinin oluşturulamadığı da bir gerçek. Bu nedenle zaman zaman saman alevi gibi aceleyle ortaya atılan çözüm önerileriyle de bir sonuca ulaşılamadığı gibi sorun iyice derinleşmektedir.
Temel sorunlardan birisi de terörün bizden daha çok mağduru olan o bölgedeki vatandaşlarımız ile teröristleri kalın çizgilerle ayırarak devletin tüm gücünü onların yanına koyarak onların devletin yanında daha çok yer almasını ve bölgede huzur ve güvenlik içerisinde yaşamalarını sağlayamamak olmuştur.
Terör örgütüyle güvenlik güçleri arasına sıkışmış, aşağı tükürse sakal yukarı tükürse bıyık misali çeşitli çıkmazlar içerisinde kalmış kendilerine zulüm edilen bir çoğunluğun da olduğu bir vaka. Bu çoğunluk ki birçoğu bizim okul arkadaşlarımız, asker arkadaşlarımız, mahalle arkadaşlarımız, oyun arkadaşlarımız, maç arkadaşlarımız, kahve arkadaşlarımız, kız verdiklerimiz, kız aldıklarımız vb. Bizim kardeşimiz dediklerimiz etle tırnak gibiyiz dediklerimiz bunlar. Gel gör ki hep haksızlığa uğrayanlar da bunlar.
Gerekli ve yeterli güvenlik önlemlerini alamadığımız, zaman zaman da terör örgütünün tuzağına düşerek alınan güvenlik önlemlerini bile uygulayamadığımız içindir ki bunlar hep mağdur olmuşlardır. Tüm bu mağduriyetlerine rağmen dimdik ayakta durarak ülkelerine ve ülkelerinin birliğine ve dirliğine de sahip çıkmaya devam etmektedirler. Bunlar hem tasada hem kıvançta bizlerle birlikte hareket edenlerdir. Bunlar kaza yapan askeri araçtaki yaralı askerlerin başını dizine koyarak onların terini silenlerdir. Askerleri sırtlayıp hastaneye koşanlardır. Bunların dedeleriyle bizim dedelerimiz omuz omuza Çanakkale’de savaşmışlardır. Cumhuriyeti birlikte kurduk. Onların bizimle, bizim de onlarla hiçbir sorunumuz olmamıştır.
Kim ne derse desin bu bölgenin sorunlu bir bölge olduğu, Türkiye’nin yumuşak karnı olduğu da bir gerçek. Tarihi boyunca dış güçlerin at oynak yeri haline gelen bu bölgeden bu ülkenin de bu ülkenin biz vatandaşlarının da çekmediği kalmamıştır. Bu bölgede yaşayan bir avuç çapulcunun ve işbirlikçinin bu bölgenin ve bu bölgede yaşayan halkın huzurunu bozmasına bugüne kadar engel olamamak da bu devletin ayıbıdır.
Osmanlı döneminde Babanzade Abdurrahman Paşa İsyanıyla (1806) başlayıp Kosgari (1920) isyanıyla biten 13 isyan, Cumhuriyet döneminde Nasturi İsyanı (1924) ile başlayıp PKK isyanıyla (1984-….) devam eden 25 isyan ve toplamda 38 isyanın ve bunun dışında da ufak tefek başkaldırı ve isyanların olduğu ve ayrıca bölgede kurulan çeşitli Marksist ve Leninist örgütler, bölücü örgütler, öğrenci cemiyetleri adı altında kurulan örgütler ve bu da yetmiyormuş gibi İran, Irak ve Suriye’deki çeşitli terörist hareketlerin yakın etkisi altında bulunan bu bölgenin terör belasından arındırılması çok da kolay gözükmüyor.
Yüzlerce çıkar çatışmasının, çeşitli siyasi ve ekonomik nemalanmaların olduğu bu bölgede kalıcı bir barış ortamının sağlanabilmesi için yörede yaşayan mütedeyyin vatandaşlarımızın ve bu ülkenin tüm vatandaşlarının üzerinde mutabakat sağlayacağı bir çözümün bulunması şarttır. Bölgede çok iyi bir toplum mühendisliğinin uygulanması tabi ki hepimizin ortak dileğidir. Unutulmasın ki hak ve özgürlüklerin genişletilmesi ülkenin bölünmeden demokratikleşmesi bu ülkenin tüm vatandaşları için hava ve su kadar önemlidir.
Ancak aranan çözüm terörü bu hale getirerek başta yörede yaşayan vatandaşlarımız olmak üzere tüm halkımıza zulüm edenlere bir paye vermekse veya onların bundan kendilerine bir paye çıkararak bunu vatandaşlarımız üzerinde bir baskı aracı olarak kullanacakları bir ortam yaratarak kendilerini kahraman ilan etmekse herşey dünden çok daha kötü olabilir. Kendi ellerimizle yeni teröristler yaratıp ülkeyi ateşe atarız ki bu da dönüşü olmayan bir yol demektir.
Son günlerde yapılan açıklamalardan “şark cephesinde değişen bir şeyin olmadığı” anlaşılmaktadır. Yok bilmem ‘sayın’ kim, yok ‘gerilla’ ölmesin. İyi de kundaktaki bebekleri kim öldürdü? Onların katili kim? Sanırsınız ki yeni markalar yaratılıyor onun medyada tanıtımından da bunlar sorumlu kılınmış. Kırık plak misali aynı teraneler. Diğer tarafta ise ‘sen kimsin, senin kendin krediye muhtaçsın’ yok ‘asıl sen kimsin biz bu krediyi millete açtık’ yok ‘şerefsiz kim, şerefli kim’ bu üslupla bırakın kangrene dönüşmüş bu sorunu çözmek, havuz problemi bile çözülemez.

Bölgede yaşanan terör nedeniyle şehit olan tüm şehitlerimizin manevi huzurunda saygıyla eğiliyorum. Hepsine Allah’tan rahmet kalanlarına başsağlığı diliyorum. Tüm gazilerimize acil şifalar diliyorum. O bölgede kahramanca çarpışan tüm güvenlik güçlerimizi saygıyla selamlıyorum. Ömrünü terörle mücadeleye veren ve gerekçesi her ne olursa olsun şu anda tutuklu bulunan kahramanları Allah kurtarsın..

BÖCEK SEKTÖRÜNDE PATLAMA

Ogün ŞANLI

Rahmetli Özal’ın Türk ekonomisini, turizm, tekstil, inşaat ve otomotiv olmak üzere dörtlü saç ayağına oturtmak için yoğun çaba gösterdiğini biliyoruz. Bu konuda da çok başarılı olduğu anlaşılmaktadır. Geldiğimiz noktada Türk ekonomisinin dinamosunun hala bu dört sektör olduğu açık seçik ortada.
Aradan geçen yaklaşık 23 yılda bu sektörlere yeni bir sektör ekleyememiş olmamız ülke adına çok üzücü. Bunu neden başaramadığımızın bir çok nedeni olduğu malumunuz. Ancak, bence en önemli neden, küreselleşmenin ülkemize etkilerini iyi yönetememek ve iyi yönlendirememektir.
1980’li yıllarda hız kazanmaya başlayan küreselleşmenin 2000’li yıllarda en üst seviyeye çıkmaya başladığı ve yeni bir bin yıla girerken özellikle de bilişim ve iletişim teknolojisi sayesinde hayatımızın değişeceğini ve kolaylaşacağını hatta milenyum diye adlandırılan yeni bir çağda yaşayacağımızı sanarak çok mutlu olmuştuk.
Cep telefonu abone sayısının 67 milyonu geçtiği ve bunun her yıl yaklaşık % 8 oranında artarak büyümeye devam ettiği, 15 milyon internet kullanıcısının olduğu ve internet erişimine sahip hane oranın % 43 olduğu da dikkate alındığında ülkemizin bu teknolojinin çok iyi bir tüketicisi olduğunu herkes itirazsız kabul ediyor.
İtiraf etmek zorundayım ki eski ABD Devlet Başkanı Bill Clinton’un milenyum çağına girerken yaptığı konuşmadan çok etkilenmiştim. Yüzlerce televizyon kanalı tarafından naklen yayınlanan konuşmada özetle gelişen teknoloji sayesinde 2000’li yıllarda ABD’de doğan vatandaşlarının 100 yaşından sonra yaşlanmaya başlayacağı müjdesini vermişti.
Bilişim ve iletişim teknolojisindeki son yıllarda yaşanan başdöndürücü gelişmeyi bazı ülkelerin halkın sağlığı ve refahı için en üst seviyede kullandığı bazı ülkelerin de yarattığı markalarla bu teknoloji pazarından inanılmaz oranlarda pay aldıkları gerçeği bilinmektedir
Çok az sayıda teknoloji, bilişim ve iletişim teknolojileri kadar insan yaşamını etkilemiştir. Küreselleşmenin dinamosunu oluşturan ve bilginin toplanmasını, işlenmesini, depolanmasını, ağlar aracılığı ile bir yerden bir yere iletilmesini sağlayan iletişim ve bilgisayar teknolojilerini de kapsayan bütün teknolojiler “bilgi teknolojisi” olarak adlandırılmaktadır. Bizim bu teknolojilerde bir marka yaratarak yukarıda saydığım sektör sayısını artırarak ülke ekonomisine kazandıramamış olmamızın affedilir bir yanı olamaz.
Bilişim ve iletişim teknolojilerinin, bilgiye ulaşılmasını ve bilginin oluşturulmasını sağlayan her türlü görsel, işitsel, basılı ve yazılı araçlar olduğu bilinmektedir. Bizim bu teknolojiyi nasıl kullandığımıza kısaca bakacak olursak, itiraf etmek zorundayım ki çok da iç açıcı bir durumda olmadığımız hatta yüz kızartıcı bir sonuçla karşılaştığımız, bu teknolojiye ihanet ve delalet içerisinde bulunduğumuz anlaşılmaktadır.
Önceleri özel hayatın gizliliğini yerle bir ederek vatandaşlarımızın telefonlarının dinlenmesi hatta yasal olmayan yollarla elde edilen bu bilgilerin mahkemelerde delil olarak kullanılmasından sonra geldiğimiz noktada sayın başbakanın çalışma odalarına dinleme cihazları yerleştirilerek böcek sektöründe bir patlama yaratılması bu teknolojiye ihanetin kudurmuş hali olarak tanımlansa yeridir.
Ortada Başbakanının çalışma odasının bile emniyetini sağlayamayan bir devletle karşı karşıya olduğumuz gerçeği dururken bu ülkenin güvenliğinin emniyetinden nasıl emin olabiliriz?

Bu konu, ‘tamam anladık, sizlerin telefonları iş yerleri, evleri dinleniyor da onda ne var ki benim çalışma odam bile dinleniyor’ diyerek geçiştirilecek bir konu olamaz. Risk oranı en yüksek olan bir bölgede bulunan ülkemizin emniyetinin emniyetsizliğine bu açıdan bakmak çok sağlıklı bir yaklaşım olamaz. Bu konuda ne gerekiyorsa derhal yapılmalıdır. Aksi taktirde telafisi mümkün olamayan sonuçlarla karşılaşacağımız çok açık ve sarih ortadadır.

ŞAHİTLİĞİN KRALI GİZLİ ŞAHİTLİK

Ogün ŞANLI

‘İşin yoksa şahit ol paran çoksa kefil ol’ atasözümüz elbetteki durup dururken söylenmemiştir. Bu atasözümüzden kim ne kadar ders çıkardı, kim bu atasözümüze rağmen mahkemelerde veya icra dairelerinde sürüm sürüm süründü bunu bilmek zor. Ancak ben eminim ki ben de dahil bu atasözümüze rağmen bir çoğumuzun başından ya şahitlik ya da kefillik maceraları geçmiştir.
Doğduktan bir yıl sonra nüfusa kayıt ettirilmem, ilkokula bir yaş erken başlamam ve ilkokulu 5 yıl yerine 4 yılda bitirmiş olmam nedeniyle liseyi bitirdikten sonra çalışmaya başlayabilmem için yaşımı mahkeme kararıyla 3 yaş büyüterek 18 yapmak zorunda kalmıştım. Mahkeme bu işlem için köy veya mahalle muhtarından bir ilmuhaber, doktor raporu ve en az iki şahit istiyordu. Mahkeme günü rahmetli babam mahkemenin önünde karşılaştığı iki tanıdığına şahitlik yapmalarını rica etti. Onlara önemli bir şeyin olmadığını sadece benim yaşımın büyütülebilmesi için şahitlik yapacaklarını söyleyip ikna ettikten sonra içeri girdik.
Hakim şahitlerden birisine sordu: ‘ Bu çocuk kaç yaşında olabilir?’
Şahit hemen cevap verdi: ‘25 veya 30 yaşlarında olabilir.’
Tabi hakim şahide kızarak: “ Ne 25-30’u? Peki sen kaç yaşındasın?’ diye sorunca adam susmak zorunda kaldı.
Hemen ikinci şahide de aynı soruyu sordu: ‘Bu çocuk kaç yaşında olabilir?’
Adam ilk şahidin yediği fırçayı görünce yaşımı iyice küçültmek zorunda kalarak ’10 veya 12 yaşında olabilir’ diye cevap verdi.
Her iki şahit de benim 18 yaşında olabileceğime doğru dürüst şahitlik edemedikleri için hakimin kendisi katibe bu şahitler adına ‘ Evet biz bu aileyi yakinen tanıyoruz. Sürekli evlerine gidip gelmekteyiz. Bu çocuğun 18 yaşında olduğunu yakinen biliyoruz’ diye yazdırarak yaşımın 18 olduğuna karar vermişti.
Bugüne kadar bildiğimiz şahitlik ve yalancı şahitliğe Ergenekon soruşturmasından sonra yeni bir şahitlik türü daha eklendi ‘gizli tanıklık’. Hukuk sistemimize 2008 yılından sonra giren bu tanıklık sisteminin temel amacının tanığı korumak olduğu ve çok özel durumlarda kullanılması gerektiği anlaşılmaktadır. Yani gizli tanığın yüksek oranda tehdit altında olması gerekmektedir. Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da ipin ucunu kaçırdığımız ve hukuk sistemimize daha çok da terör olaylarında kullanılmak üzere giren bu sistemi son zamanlarda terörle mücadele edenler için kullanarak ülke hukuk sistemimize zaten olmaya güveni yeniden yerle bir etmiş durumdayız.
Kırarak dökerek yasal olmayan yollarla toplanan deliller ve gizli tanıkların tanıklığıyla verilecek cezaların toplum vicdanında önmeli yaralar açacağı ve çok uzun süre tartışılacağı anlaşılmaktadır. Ergenekon davasında 44 gizli tanığın olduğu ve bunların çoğunlukla da eski PKK’lılar ve itirafçılardan oluştuğu hatta bazı gizli tanıkların hem de sanık olduğu yönünde haberler okuyoruz. Bu tür bir yargılamanın sonucunda gerek mahkumiyet alacak olanlar gerekse berat edecek olanların adil yargılandıkları yönünde toplumda oluşacak endişeler uzun süre tartışılmaya devam edilecek ve hukukumuz bu konuda önemli oranda darbe alacak gibi gözüküyor.
Türkiye’de hukukun ya uygulanmadığı ya yanlış uygulandığı veya adamına göre uygulandığı yönünde bir kanaatin olduğu bir gerçektir. Tabi hukuku eksiksiz, tarafsız ve doğru uygulamadığınız sürece bir gün size de lazım olduğunda mağdur olabilirsiniz. Son zamanlarda devletin en üst makamlarını bile dinlemek için sağa sola yerleştirilen böceklerin bu hukuk uygulamalarından da cesaret aldığı anlaşılmaktadır.
Siz var olduğunu söylediğiniz herhangi bir vesayeti kaldırıp yerine yeni vesayetlerin yerleşmesine sessiz kalırsanız gelinecek nokta budur.

Özellikle de hukuk adı altında uygulanan bu uygulamaları her akşam televizyonlarda savunmaya devam eden ‘cemaat-i badem’ hukukçularını da bu ülkenin normal bir vatandaşı olarak vicdanlarıyla başbaşa bırakıyorum. Üzerinde toplumsal uzlaşma sağlanamayan ve sanıkların başta savunma haklarının olumsuz etkilenmesi olmak üzere çeşitli kısıtlamalara yol açan bu uygulamayı savunmak hangi hukuka sığar anlamak mümkün değil. Ben eminim ki kendileri aynı hukuksuzlukla karşı karşıya kalmış olsalardı kıyameti koparırlardı.

BALGANLAR NE DEMEKTİR?

Ogün ŞANLI

Radyo ve renksiz televizyonun ülkemizde çok yoğun bir şekilde kullanılmaya başlandığı 1970’li yıllarda gerek radyodan gerekse televizyondan verilen hava durumu raporlarında spikerler tarafından Balkanlar kelimesi aynen şimdi olduğu gibi o kadar sık kullanılıyordu ki hemen hemen tüm hava durumu raporları Balkanlarla başlayıp balkanlarla biterdi. ‘ Balkanlar üzerinden gelen soğuk hava dalgası, Balkanlar üzerinden gelen sıcak hava dalgası, Balkanlar üzerinden gelen kar yağışı, Balkanlar üzerinden gelen yağışlı hava, Balkanlar üzerinden gelen alçak basınç, yüksek basınç vs’ say sayabildiğin kadar.
Tabi o güne kadar hava durumu tahminleri daha çok da yaşlı ve akil adamların kendilerine mahsus hesaplarıyla ‘büyük çile, küçük çile, kırlangıç fırtınası, cemre suya düştü, Nevruz Bayramı gelirse yaz geldi demektir vb’ takip edildiği için birden bire Balkanlar ortaya çıkınca halkın büyük bir çoğunluğunda da bir tereddüt başlamıştı. Bunlardan birisi de rahmetli Şahbaz dayı idi. Şahbaz dayıyı tanıyanlar onu size günlerce anlatabilir. Şahbaz dayıya Allah öyle bir yetenek vermişti ki o bir konuşmaya başladı mı herkes susar ve pür dikkat onu dinlerdi. Okur-yazar dahi olmamasına rağmen çok zeki, çok akıllı ve çok hatip bir adamdı. Tüm konuşmalarında ironi yapar ve ironi sanatını öğle bir ustaca kullanırdı ki onun esprilerini ve kullandığı nükteleri anlamak için bile belirli bir zeka düzeyine sahip olmak gerekirdi. Kısaca efsane bir adamdı.
Bir gün karşılaşmamızda bana ‘bey siz büyük şehirde yaşıyorsunuz. Tabiki herşeyi bizden iyi biliyorsunuzdur. Bu Balganlar ne demektir?’ diye sordu. Yüzümdeki şaşkınlık ifadesini fark etti ki konuya biraz açıklık getirmek zorunda kaldı ve devam etti. ‘Ben bu soruyu senden öncede birkaç öğretmene, okumuş yazmış adamlara sordum ama aldığım cevaplardan hala tatmin olmuş değilim. Bu Balganlar ortaya çıktığı günden bu güne Türkiye’nin başından bela eksik olmuyor. Ne zaman televizyonda veya radyoda hava durumunu dinlesem kar, dolu, yağış, fırtına, toz, duman herşey bu Balganların üzerinden bize geliyor.’
Bu açıklamalardan sonra konuyu tabi ki anlamıştım. Ancak bu sorunun cevabını onun istediği şekilde ve onun anlayacağı biçimde açıklayacak kadar meteoroloji uzmanı olmadığım için benim anlattıklarımdan da tatmin olamadığından eminim. Muhtemelendir ki rahmetli Şahbaz dayı bu sorunun cevabını tam öğrenemeden öldü.
ÇEVRE VE ŞEHİRCİLİK BAKANLIĞI NE DEMEKTİR?
Aradan geçen yaklaşık 35 yıldan sonra geçtiğimiz haftalarda Nesimi Akpınar diye bir arkadaştan da benzer bir soruyla karşılaştım. “Abi bu Çevre Ve Şehircilik Bakanlığı ne demektir?” diye sorusunu patlatınca, büyük bir şaşkınlıkla ‘ Sen şaka mı yapıyorsun o bir bakanlığın ismi’ diye cevap verdim. Ama bu arada da yıllar önce karşılaştığım Balganlar ne demektir sorusuyla da bir bağlantı kurarak o günleri bir daha yad etmek zorunda kaldım.
Tabi Nesimi benim cevabımdan tatmin olamamış ki benim kroki durumumu da fırsat bilerek hemen ikinci sorusunu da patlattı.: ‘Haklısında abi, senin de söylediğin gibi her bakanlıktan bir tane olmaz mı? Ankara’yı doğudan batıya, güneyden kuzeye bir geç göreceksin ki, bu bakanlıktan onlarca var. Hepsi de ışıklı levhalarla donatılmış heybetli heybetli binalar. Türkiye’deki çevre ve şehirleşmenin hali ortada. Bu kadar bakanlığa ne gerek var?’ Tabi Nesimi bu soruyu sormadan ben de pek farkında değilmişim ama arabayla Çay Yolu’ndan Dikmen’e gidinceye kadar yolun sağında solunda bu bakanlığa ait 5 veya 6 tane ışıklandırılmış devasa binaları görünce, itiraf etmek zorundayım ki ben de çok şaşırdım. Sanırsınız ki çok büyük bir marka yaratılmış, bunun ulusal ve uluslararası marka değeri artırılmak için büyük bir kampanya başlatılmış.
Her ne kadar Nesimi’ye bu binaların bazılarının bu bakanlığın bağlı, ilgili, ilişkili kuruluşları veya ek binaları olabileceğini anlattıysam da ne o, ne de ben bu anlattıklarımdan pek de tatmin olamadık.
Yazıktır, günahtır, haramdır bu kadar israfa gerek var mı? Ülkenin Merkez Bankası tıka basa dolarla dolu olabilir. Kişi başına milli gelirimiz 10 bin doları geçmiş de olabilir. Ancak hepimiz bu ülkenin gerçeklerini çok iyi biliyoruz. Bu ülkenin nüfusunun en azından dörtte birinin hala açlık sınırının altında yaşamak zorunda olduğunu biz görmezlikten gelsek bile rakamlar bağıra bağıra bunu tüm dünyaya ilan ediyor. Karda kışta soğukta hala terlikle okula giden kız çocukları ve ceketsiz okula giden erkek çocukları görünce normal bir insanın bırakın vicdanını burnunun kemiği sızlıyor.
Söz konusu bakanlığımız böyle de diğerleri bundan geri mi kalmışlar. Sağınıza solunuza baktığınızda tüm kamuda büyük bir israfın olduğu her halinden belli oluyor. Her kamu kuruluşunun önünde birkaç tane oto park olmasına rağmen ’iğne atsanız yere düşmez’ misali gelen misafir veya iş görüşmesine gelen vatandaşın arabasını park edeceği tek bir yer bile yok. Neden toplu taşıma araçları kullanılmaz bu savurganlık nereye kadar devam edebilecek bunun cevabını bilen varsa açıklasa da biz de anlasak. Petrol üreticisi ülkelerde bile bu boyutta bir savurganlığın olduğunu düşünmüyorum.
Bakanlıkların ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarının Eskişehir yoluna taşınmaları rahmetli Turgut Özal’ın önemli bir projesiydi. Özal’ın bu konuda çok önemli düşünceleri olduğunu herkes yakinen biliyor. Ankara’nın içerisindeki kamu ve askeri binaların boşaltılarak bunların turizm amaçlı kullanılmasını hedefliyordu. Ancak bunları yapmaya ömrü yetmedi.
Çok geç kalınmakla beraber bu projenin bir şekilde uygulanmaya başladığı anlaşılıyor. Ancak israfı artırarak, turizm ve ekonomiye hiçbir katkı sağlamadan… Eskişehir yolunda bir çok bakanlık ve diğer kamu kuruluşlarına çok lüks binalar yapılmış olunmasına rağmen bunların şehir içerisindeki binaları da kullanılmaya devam ediliyor. Örneğin Diyanet İşleri Başkanlığı’na burada çok lüks bir bina yapılmış olmasına rağmen eski binası da aynı kuruluş tarafından kullanılmaya devam ediliyor. Yine Gıda, Tarım ve Hayvancılık Bakanlığı’na da çok lüks bir bina yapıldığı anlaşılıyor. Bu bakanlığın Kızılay’da bulunan o tarihi taş binası ne oldu hangi amaçla kullanılıyor? Bu ülke bu kadar israfı ne zamana kadar taşıyabilir. Anlamak zor.
İsraf sadece kamu binalarıyla sınırlı olsa iyi. Devleti yönetenlerin koruma teşkilatına baktığınızda şaşırmamanız mümkün değil. Güvenlik risk oranı bizden yüzlerce kat daha yüksek olan ülkelerin yöneticileri bile böyle korunmuyor. Böyle hayali riskler yaratarak buna göre önlemler almanın maliyeti bu ülkenin kısıtlı kaynaklarını bir gün zorlamaya başlayacağından eminim.

Başta kamu binalarındaki bu israf olmak üzere her türlü israfa bir an önce son verilerek bu Orta Doğu gösterişi ve şahşahalılığının bir an önce bitirilmesinde ülkemiz adına büyük yarar var. Son olarak oto yolları ve köprüleri de sattık. Şimdilik satıp satıp yiyoruz da müflis tüccara döndük gibi de bir halimiz var. Bu konuda tüm ilgili ve yetkililerin üzerine düşeni yapacağına inanmak istiyorum.

SİVASLI GARDAŞIMIN HACET MESELESİ

Ogün ŞANLI

Öteden beri Türkiye’de devletin, vatandaşın hayatını kolaylaştırmak veya vatandaşın kendisini güvende hissedebilmesi için yapılması gerekenler konusunda üzerine düşeni yapmadığı yönünde bende bir inanç oluşmuş durumda.
Oysaki bu güne kadarki tüm hükümetler sosyal devlet kavramını, insan odaklı politikaları uygulayacaklarını söyleyerek temel politikalarının insanın huzuru ve mutluluğu olduğu ninnileriyle bizi yönettiler. Hatta bu konularda reform üzerine reform yaparak ülkeyi reform yorgunu, halkımızı da reform manyağı haline getirdiler. Bu konularda yarış öylesine hızlandı ki, bazı iktidarlar kendilerinin halkın hizmetkarı olduğunu söylerken bunu bir adım ileri taşıyan bazı iktidarlar da halkımızın kölesi olduklarını ilan ettiler.
Tabi siyasi iktidarlar böyle söylerse yerel yöneticiler hiç bundan geri kalır mı? Başta valilerimiz, belediye başkanlarımız, kaymakamlarımız, il özel idarelerimiz, mahalle ve köy muhtarlarımız ve köy ihtiyar heyetlerimiz olmak üzere kendisini bu halka hizmet etmek için adayan kamu adına görev yapan bilumum kurum ve kuruluşlarımız siyasi iktidarların bu insan odaklı yönetim biçimi aşklarını daha da ileri taşıyarak “Bu söylenenlerin en az yüz katı da bizden” diyerek tüm halkımızı gerekirse gidecekleri her yere sırtlarında taşımaya hazır ve nazır olduklarını naralar atarak efkar-ı umumiyeye ilan ettiler.
Peki gerçek durum buysa, Sivaslı gardaşımın olmayan hacet sorununu kim veya kimler neden sorun haline getirerek bu konudaki krizi tüm dünyaya mal etti? Bu sorunu çıkaranlar Sivaslı gardaşımın bu konuyu Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi veya Avrupa Adalet Divanı’nın gündemine taşıyamayacağını düşünüyorlarsa yanılabilirler.
Bu olayda da görüldüğü üzere sosyal medyanın gücü sayesinde artık çok büyük sandığımız bir çok insan ile kurum veya kuruluşlar çok küçük, çok küçük sandığımız bir çok insan ile kurum veya kuruluş da çok büyük olmaya başladı. Kim ne derse desin artık küçük sandıklarımız da şekil ‘A’da da görüldüğü üzere tabiri caizse, ‘kodummu oturtuyor.’
Eskiden olduğu gibi bazı medya gruplarının gücünü arkasına alarak sağa sola çamur atıp, gizli kamera ayaklarıyla vs nemalanma devri çoktan kapandı. O işleri yapanların büyük bir çoğunluğu artık ya İstanbul’da Taksim’de ya da Ankara’da Ulus’ta simit satmaya başladılar.
Asıl konumuz olan ve artık uluslararası bir boyut kazanan Sivaslı gardaşımın hacet meselesi bildiğiniz gibi şöyle başlamıştı: Sivas Belediyesi eski sanayi bölgesinde bazı binaları yıkma kararı almış ancak anlaşılan şudur ki bazı esnaf ekmeğini kaybetmemek için bu binaları boşaltmayı biraz ağırdan alarak pasif bir direniş göstermeye başlamış. Sen misin binayı boşaltmayan? Her zaman olduğu gibi işgüzarlar hemen görevden vazife çıkararak iç hizmet mevzuatını da biraz zorlayarak sanayi esnafının tuvaletini yerle bir etmişler.
Mağdur olan esnaf da yerel televizyonları çağırarak bu sorunlarını yerinde tespit ettirmişler. Esnaflardan birisi de çok haklı olarak belediye başkanına şu soruları soruyor: Sen en son yıktırman gereken tuvaleti neden en önce yıktırdın? Yarın senin işçilerin de burada çalışacaklar peki onlar hacetlerini nerede giderecek? Eskiden olduğu gibi yere bir çukur kazıp onu mu kullanacaklar? Hadi varsayalım ki senin işçilerinin böyle bir sorunu olmayacak peki bana gelen müşterilerim bana sorsa ki gardaş burada lavabo var mı diye ben onlara gardaş ‘Belediye Başkanımız yıktırdı biz de Belediyenin önünü kullanıyoruz sen de git orayı kullan mı’ diyelim? Tabi tüm bu ifadelerin kırılma noktası ‘şu elime yazıklar olsun ki ben ona oy verdim’ ve ‘yağdanlık elinde gezenler var ustalara sesleniyorum yağdanlıklarınızı dükkanlarınızda ve işleriniz için kullanın’ sözleriydi. Biz yağdanlıkların en azından sanayi sitelerinde gerçek amaçları doğrultusunda kullanıldığını sanıyorduk ki bu açıklamalardan yağcıların ve yağdanlıklarının her yerde, her meslekte iyi iş gördüğünü de anlamış olduk. Petrol üreticisi olmayan ülkemizde bu kadar yağcı yağdanlığıyla dolaşıyorsa bunların en azından ülke ekonomisine verdikleri zararın bir gün mutlaka hesabı sorulmalıdır.
Temizliğin çok önemli olduğunu, esnafın tamamına yakınının namaz kıldığını, bu esnafın abdestini nasıl alacağından tutun da kendilerinin de hacet ihtiyacı için arabalarına atlayıp evlerine mi gitmeleri gerektiği ve en önemlisi de yıkılan bu tuvaletin içinin fayanslarının yapımı, musluklarının kapı ve penceresinin de esnafın kendi arasında topladığı parayla yapılmış olmasına rağmen bunlarında sökülüp götürüldüğünü mallarının çalındığını yüksek sesle ancak Anadolu saygı ölçüsünü de elden bırakmadan kantarın topunun kaçmamasına da büyük bir özen göstererek Türk ve dünya kamuoyuna açıkladılar. Burada hela yerine lavabo, belediyenin içi yerine önü terimlerinin kullanılmış olması bunun en büyük kanıtıdır. Tüm esnaf adına bu açıklamayı yapan işçimizin video kaydı şu anda tüm sosyal paylaşım sitelerinde izlenme rekoru kırmaya devam ediyor.
Vatandaşın bu ve buna benzer sorunlarının çözümü için var olan belediyelerin vatandaşa sorun yaratması bizim ülkemize mahsus bir şey olması gerekir. Bu olup bitenlerden sonra yerel yöneticiler hangi işlemi yaptı çok merak ediyorum. Esnafın sorunun çözülmediğinden eminim de benim merakım acaba belediye bu konuyla ilgili kaç zabıta görevlendirdi? Bu esnafa hangi yeni sorunlar yaratıldı? Hangi cezalar kesildi? Ben bunları merak ediyorum. Başta ilin valisi olmak üzere Sivas milletvekilleri bu konuya duyarlı davrandı mı yoksa bu konu onların ilgi alanına girmedi mi? vs…
Sevindirici olan şey şudur ki, hayatını idame ettirebilmek için devletinin hiçbir kurum veya kuruluşundan hiçbir beklentisi olmayan ve hayatını kendi yetenekleri ve becerisi ölçüsünde idame ettirebileceği şuuru çok yüksek olan halkımız bu konuda gerekli bağışıklığa ve beceriye sahiptir. Örneğin şehirleri, kazaları, kasabaları, köyleri sel basar, bir bakmışsınız tüm vatandaş seferber olmuş birbirini kurtarıyor. Kimisi beline ip bağlamış, kimisi el ele tutuşmuş kimisi botla, kimisi yüzerek hummalı bir faaliyette… Bu yapılanlar bir başka ülkede olsa devletin çalışmalarını engellemekten belki de vatandaş hakkında soruşturma açılır. Biz de vatandaş çaresizlikten kendi önlemini almak zorunda kaldığı için yapılacak bir şey yok. Vatandaşının hacet ihtiyacını bile gidermekten aciz olan bir belediyenin il sınırları içerisinde yaşamanın dayanılmaz acısı içerisinde yaşamanın keyfini sür sürebildiğin kadar. Vatandaş dönüp ‘Alo Ankara ne olacak benim halim’ diye bağırsa alacağı cevapta ‘şansın açık olsun’ olacağı için ona da gerek görmüyor.

Neresinden bakarsanız bakın Sivaslı gardaşım Edirne’den Kars’a hatta yerden göğe kadar haklı gözüküyor da temel sorun haksızlara gereken cezayı kim verecek? Vatandaşın mağduriyetini kim giderecek? Allaha şükür ki ‘alma mazlumun ahını çıkar aheste aheste’ diye bir sözümüz var da her şeyi Allah’a havale edip geri çekilebiliyoruz.

YEMİN ET KORKMADIĞINA

Ogün ŞANLI

Bazı sözcükler vardır ki zaman zaman dillere pelesenk olur. Farkında mısınız bilmiyorum ama son zamanlarda tüm yazılı ve görsel medyada, insanların çoğunluğunun dillerine pelesenk olan sözcük ‘korku’… Kim, kimden, neden korkuyor? Tam anlamış değilim ama, bir gerçek var ki ‘korku’ sözcüğü geçen her gün sürdürülebilir bir büyümeyle tüm ülkeyi sarmaya başladı.
Geçtiğimiz günlerde bir televizyon kanalında gazeteciler başta Ortadoğu’daki son gelişmeler, PKK terörü vb olmak üzere ülke sorunlarını tartışıyor. Gazeteci Can Ataklı her zamanki onurlu ve dürüst davranışıyla gazetecilik etik kuralları içerisinde kalarak ve büyük bir saygıyla görüşlerini ortaya koyarken yaratılan baskı ve korku ortamı nedeniyle ülke sorunlarının yeterince tartışılamadığından yakınıyor. Moderatör hemen soruyor ‘ Peki siz de korkuyor musunuz?’ Can Ataklı cevap veriyor ‘Tabi ki korkuyorum korkmayanların Silivri’den cenazesi geliyor’.
Bir başka gün, başka bir televizyon kanalı ve başka bir programda hukukçular içlerinden bazılarının deyimiyle ülkemizde olmayan hukuku tartışıyor. Demokrat Yargı Derneği Eş Başkanı Hakim Orhan Gazi Ertekin özetle diyor ki ‘ Yargı eskiden Kemalistlerin ulusalcıların elindeydi. Hükümet onların elinden bu gücü aldı, Fetullahçılara teslim etti. Ülkemizde bağımsız bir yargıdan söz etmek mümkün değil. Yargıda hiçbir şey dünden daha iyi değildir.’
Programı yöneten Ahmet Hakan hemen soruyor ‘Peki siz bunları söylerken korkmuyor musunuz?’ Orhan Gazi bey cevap veriyor, ‘ Tabiki korkuyorum. Zaten korktuğum için bunları söylüyorum.’ Katılımcılardan birisi de hemen söze karışıyor ve diyor ki ‘ Korktuğumuz için örgütlenmeye başladık, korktuğumuz için bu yola çıktık’
Yine başka bir gün başka bir programda değerli gazeteci Can Dündar diyor ki ‘ 12 Eylül döneminde neleri yazmamızın yasak olduğunun listesi hazır olarak gelip panoya asıldığı için sanki işimiz daha kolaydı. Şimdi neyi yazmamamız gerektiğine kendimiz karar verdiğimiz için ya patronumuzun başını belaya sokarsak ya kendi başımızı belaya sokarsak diye korkudan hep yüreğimiz ağzımızda’
Bir başka televizyon programı Balçiçek Pamir soruyor ‘ Muhteşem Yüzyıl mahkemeye havale edildi bu konuda ne söylemek istersiniz?’ Anlı şanlı edebiyatçılarımızdan birisi cevap veriyor ‘Ben o konuda yorum yapmayayım’
Son zamanlarda bu ve buna benzer yüzlerce televizyon programında
-‘Korkmuyor musunuz?
-Peki sen korkmuyor musun?
-Korkuyorum
-Ben Allah’tan başka hiç kimseden korkmam!
-Yemin et korkmadığına… İş adamları korkuyor, sendikalar korkuyor, gazeteciler korkuyor, korkusuzca yazıyor, korkusuzca konuşuyor, ülkenin bölüneceğinden korkuyorum, yaşam tarzımın değişeceğinden korkuyorum vb’ sözcüklerini duymaya başladık. Gerçekten de bir çoğumuz bu durumu önemsemeyebiliriz ancak itiraf etmek zorundayımki dikkate değer bir durumla karşı karşıyayız. Korkan korkana.
Geçmişte korku imparatorluğu kurularak yönetilmeye çalışılan başta eski Sovyetler Birliği ve benzer rejimlerle yönetilen ülkeler ve diktatörlükle yönetilen bazı Orta Doğu ve Afrika ülkelerinde yaratılan bu korkunun vatandaşlar üzerinde yarattığı travmaların bir kısmına ben de şahit oldum. Korku rejimleri ortadan kalktıktan sonra orada yaşayan halkın nasıl bir davranış bozukluğu sergilediğini, yaşam tarzını, yaratılan bu korku rejimine göre nasıl dizayn ettiğini, bu ülkelere yaptığım seyahatlerde yakinen gözlemleme fırsatım oldu.
En çok dikkatimi çeken, restoranlarda kimin kiminle yemek yediği ve ne konuştuğu bilinmesin diye küçük küçük odalardan oluşan restoranlar yapılmasıydı. İnsanların birisiyle konuşmadan önce, önce dönüp arkasına sonra sağına sonra soluna ve daha sonra da etrafını iyice kolaçan ederek ve çok kısık bir ses tonuyla ürkerek konuşması, tabi o zamanlar cep telefonu ve diğer sosyal medya haberleşmeleri olmadığı için ev ve iş telefonlarıyla konuşurken uydurdukları şifreler, oturdukları evin içerisinde yaptıkları konuşmalar, sağdan soldan duyulmasın diye duvarların bir şekilde içerden halılarla veya kağıtlarla kaplanması ve içerinin rahat gözükmemesi için kullanılan koyu perdeler vb olmuştu.
1990’lı yıllarda Bakü’ye sık sık gitme şansım olmuştu. Azad diye bir arkadaşım vardı. O anlatmıştı. Diyordu ki; ‘ Biz yaklaşık 70 yıl Sovyet baskı rejimi altında korku ve yalanlarla birlikte yaşadık. Her gün devlet televizyonu ve Pravda gazetesinin yaptığı propagandalarla büyüdük ve buna karşılık da kendi savunma mekanizmalarımızı geliştirdik. Gözümüzle gördüğümüz herhangi bir olayda bile onların söylediğine ve yazdığına inanmak zorunda kaldık. Bu nedenle toplum dejenere oldu. Türk kardeşlerimizin bizleri çok merak ettiğini biliyoruz. Ancak inşallah fazla hayal kırıklığı yaşamazlar. Biz ancak 3-4 kuşak sonra kendimize geliriz.”
Yine aynı yıllarda bir arkadaşımla birlikte İran’ın başkenti Tahran’a gitmiştik. Çocuk oyuncakları satan bir mağazaya girip bir şeyler bakıyorduk. Yanımdaki arkadaşım daha önce de aynı mağazaya gittiği için fiyatlar konusunda bir fikir sahibiydi. Beğendiği oyuncağın fiyatını pahalı bularak ‘Geçen geldiğimde daha ucuzdu’ dedi. Çalışan arkadaş ‘evet haklısınız, son zamanlarda enflasyon oldu’. dedi. Ben de gayri ihtiyari olarak ‘Petrol üreten ülkede enflasyon mu olurmuş? Bak bizde petrol yok yine de sizin kadar enflasyon olmuyor’ dedim. Sonra fark ettim ki İranlı arkadaş bana bir şeyler söylemek istiyor ama çekiniyor söyleyemiyor. Ortalık biraz tenhalaştıktan sonra yanıma yaklaşarak ürkek bir halde kulağıma Türkçe olarak ‘Sizde petrol yok ama siz de Humeyni de yok’ diye fısıldadı. Bu cümleyi söylemek için bile ne sıkıntılar yaşadığını görünce hakikaten çok üzülmüştüm.
Bizdeki duruma tekrar geri dönecek olursak gerçekten de durum biraz abartılıyor mu? Yoksa acı çekmeyi seven bir millet olarak iktidardan memnuniyetimizi ahlarla vahlarla ifade ederek mi mutlu oluyoruz. Anlamak zor. Oyuncu Halil Ergün’ün hem mevcut iktidara oy verip hem de herkesten çok ah vah çekmesi bunun en iyi örneğidir. Binlerce gazeteci, iş adamı, akademisyeninde aynı durumda olduğunu ve ahlarıyla vahlarıyla yeri göğü inlettiklerini hepimiz biliyoruz. Allah şifa ve uzun ömür versin Müslüm Gürses’i dinlerken bile kendisini jiletleyen bir grubun da bu ülkede yaşadığını unutmamak lazım. Tamer Karadağlı’nın da son açıklamasından anlaşıldığı üzere artık yavaş yavaş çözülmeler başladı. Önceleri utana sıkıla bu iktidara oy verdiğini söyleyenler artık göğsünü gere gere bu iktidara oy verdiğini söylemeye başladılar. İçimizdeki bazı vatan kurtaran şabanlar da açık açık bu iktidara oy verdiğini söylemese de sayın Başbakan’ın belediye başkanı olduğu dönemde onun hakkında en çok haberi onların yaptığı için Başbakan’ın önünün açıldığını ve bu günlere geldiğini her fırsatta vurguluyorlar.Hatta Sayın Başbakan hakkında geçmişte yazdıkları makaleleri televizyon kanallarında göstermeye başlayanların sayısı bayağı arttı. Bu gelişmelerin sevindirici olduğunu söyleyebiliriz. Başka türlü her iki kişiden birisinin oyunu alan bu iktidara kimin oy verdiği konusunda gerçekten de önemli sorunlar yaşanmaktaydı. Örneğin yirmi kişilik bir grupta ‘ Kim bu iktidara oy verdi’ diye sorduğunuzda herkes bu iktidara oy vermediğine herşeyinin üzerine yemin ettiği için bu gariban kardeşiniz daha sözüne başlamadan önce ‘Bu iktidara oy vermiş bir arkadaşınız olarak’ diye söze başlamak zorunda kalıyordu. Allah günah yazmaz inşallah.
Bugün 50’li yaşlarda olan birisi bile bu ülkede üç ana ve en az beş ara askeri darbe görmüş geçirmiş, zindanlarda sürünmüş, işkence görmüş, yine de dik durabilmiş. Allah için, biz Türklere bir çok şey söylenebilir ancak korkak bir millet olduğumuz söylenemez. Bugüne kadar söyleyeni de duymadım.
Bütün bunlara ve korkusunu da sevincini de ahlarla vahlarla yaşamayı seven bir millet olmamıza rağmen gerçekten de bir problemin de var olduğu bir vaka. Bu problem nedir diye sorduğunuzda tam cevap alamayabilirsiniz de. Ancak korkunun gerekçesi her ne olursa olsun bu problemin mutlaka ve en kısa süre içerisinde ortadan kaldırılması gerekir. Başka türlü bizde de insanların hem yürüyüşleri değişmeye hem de ruh sağlıkları bozulmaya başladı.
İktidarın elinde büyük imkanların olduğunu biliyoruz. Gerekirse çeşitli araştırmalar ve anketler yaptırarak bir durum tespitinin yapılarak gerçekten korkulacak bir şeyler varsa bunun ortadan kaldırılması yoksa da halkın ikna edilmesi şart.

Sonuç olarak ben dünya tarihinde hiçbir iktidarın korkuların gölgesinde iktidarını sürdüremediğini bu iktidarın da çok iyi bildiğinden eminim. Bizim de atasözümüzde de ifade edildiği gibi ‘Korkan göze çöp batarmış’ gerçeğini gözden uzak tutmamamızda fayda var.