20 Haziran 2013 Perşembe

KRİZİ İYİ YÖNETEMEYENLERİN VAY HALİNE

Ogün ŞANLI

Kriz ve kriz yönetimi kavramıyla ilk ciddi tanışmam 1999 yılında Milli Güvenlik Akademisi’nde olmuştu. O tarihe kadar ben de herkes gibi canımızı çok yakan ekonomik krizi tüm krizlerin babası olarak bilirdim. Geçmiş yıllarda bu akademide devlette üst düzey görev yapan kamu personeline bir akademik yıl süresince çok ciddi eğitim verilirdi. Öğretim görevlileri arasında kimler yoktu ki… Birçok eski bakan, milletvekili, eski bürokrat, üst düzey kamu görevlileri ve ünlü gazeteciler… Hepsi eğitimlere katılır, güncel konulara ilişkin konferanslar verirdi.
Ben şahsen bu eğitimi çok faydalı bulmuştum. Ancak birileri bu eğitimi çok sakıncalı bulmuş olacaklar ki artık bu tür eğitimler verilmiyormuş. Bizde genetiktir… Kendimizce sakıncalı gördüğümüz bu tür yerleri sorgusuz sualsiz hemen kapatır ancak yerine de bir şey koyamadığımız veya yeni bir alternatif yaratamadığımız için önemli bir boşluk doğar. Bunlarla da kimse ilgilenmediği için konu kapanıp gider. Bu boşluk herhangi bir nedenle bir gün fark edilse bile konu birkaç gün tekrar tartışılır sonunda bir daha da açılmamak üzere unutulur. Yakın geçmişimiz bu tür trajikomik olaylarla doludur.
Gerçekten de gerek konunun uzmanı öğretim görevlileri gerekse emekli generaller tarafından müdavimlere kriz ve yönetimi çok derinlemesine anlatılmış ve buna ilişkin olarak çok iyi bir yükleme yapılmıştı. Ben hayatımın her döneminde bu eğitimin çok faydasını gördüm.
Eğitim sırasında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK) kriz yönetimi konusunda çok başarılı olabileceği yönünde bende bir kanaat oluşmuştu. Ancak son yaşanan olaylardan sonra bu konuda çok büyük bir hayal kırıklığı yaşadığımı da itiraf etmek zorundayım. Üç beş bin tirajlı birkaç gazete ve elinde bavulla dolaşan bir gazetecinin TSK’yı kriz yönetimi konusunda aciz duruma düşürebileceğini herkes gibi ben de hayal bile edemezdim. Tutuklu bulunan silah arkadaşlarının yakınlarının cenaze törenlerine katılma vefasını ve cesaretini gösteremeyenlerin kriz yönetimi konusundaki perişanlığını fazla konuşmaya gerek var mı bilmiyorum. Neyse ‘her musibetten bir hayır doğarmış’ Vardır bunda da bir hayır.
Asıl konumuz olan kriz ve kriz yönetimine geri dönecek olursak; Türk Dil Kurumu sözlüğünde; kriz; “Bir ülkede veya ülkeler arasında, toplumun veya bir kuruluşun yaşamında görülen güç dönem, bunalım, buhran” olarak tanımlanmıştır. Yine aynı sözlüğe göre kriz, buhran ve bunalım kavramları ile eş anlamlı anılabilmekle birlikte, “bir örgütün üst düzey hedeflerini ve işleyiş biçimini tehdit eden veya hayatını tehlikeye sokan, acil karar verilmesi gereken, uyum ve önleme sistemlerini yetersiz hale getiren gerilim durumu” olarak da tanımlanabilir. Kriz bir mekanizmanın mevcut konumunu ve geleceğini etkileyen hiç beklenmeyen bir anda ortaya çıkan ve genelde önlem alınmakta geç kalınan olumsuz bir durumdur. Bu tanımdan krizin beklenmeyen bir anda ortaya çıktığı ve genel itibariyle de olumsuz bir anlama sahip olduğu sonucu çıkartılabilir. Kriz döneminin en belirgin ve gerilim yaratıcı özelliği de belirsizliktir.
Ülkelerin kurum veya kuruluşların önceden belirledikleri hedeflerine ulaşmaya çalışırken bazen istenmedik olaylarla, krizlerle karşılaşmaları çok normaldir. Önemli olan bu krizin iyi yönetilmesi hatta avantaja dönüştürülmesi becerisidir. Yöneticilerin liderliğine, bilgi, beceri ve tecrübesine en çok kriz dönemlerinde ihtiyaç duyulur. Zaten lider yöneticiler de özellikle kriz dönemlerinde ortaya çıkarlar. Önemli olan krizi daha doğmadan önlemek bu mümkün olamıyorsa krize istenildiği şekilde yön verebilmektir.
Yakın tarihimize bakıldığında büyük Atatürk’ün Cumhuriyet’i kurarken ortaya koyduğu kriz yönetim becerisi önünde saygıyla eğilmekten başka söylenecek tek bir söz bile yoktur. Dünyada sosyalizm, faşizm ve krallık yönetim biçimlerinin çok yaygın olduğu bir dönemde param parça olmuş bir imparatorluğun yerine pırıl pırıl bir Cumhuriyet’in kurulmuş olması bu süreçte karşılaşılan sorunlar, köhnemiş kurum ve kuruluşların ortadan kaldırılması ve bunlarla baş edebilme becerisi bu konuda bize bir fikir vermeye yeter de artar bile. Özellikle de komşumuz eski Sovyetler Birliği ve İran’la yürütülen komşuluk ilişkilerinde ortaya konan diplomatik deha örneğinin değerlendirmesini siz okuyuculara bırakıyorum.
Yine rahmetli İsmet İnönü’ nün Lozan’da ortaya koyduğu kararlılık , Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’na sokmamak için ortaya koyduğu beceri, Türkiye’yi çok partili hayata geçirebilmek için sergilediği tutum ve yaşanan onca ekonomik krize rağmen ülkeyi borçlandırmamak için gösterdiği direnç birer kriz yönetim sanatı olarak tüm üniversitelerde ders olarak okutulmalıdır.
Rahmetle ve saygıyla andığım Adnan Menderes’in 1960’lı yıllarda çok partili hayata geçiş sürecini iyi yönetemediği, özellikle de muhalefetle sağlıklı bir diyalog kuramadığı için askeri ihtilalin olduğu ve kötü kriz yönetimi bedelini de canıyla ödediğini biliyoruz. İhtilal sürecinin de askerler tarafından çok kötü yönetilmesi nedeniyle her iki taraf için de krizin çok ağıra mal olduğu açık. Nitekim bu dönem, Türk siyasi tarihinde kara bir leke olarak anılmaya devam ediliyor.
Sayın Süleyman Demirel’in de kriz yönetimi konusunda çok becerikli olduğu söylenemez. Bu nedenledir ki her kriz döneminde şapkasını alıp kaçtığı söylenir. Ancak, Sayın Demirel’in 1971 yılında Memduh Tağmaç’ın Cumhurbaşkanı seçtirilmemesi için ortaya koyduğu kriz yönetim başarısı hep takdirle karşılanmıştır. Fakat 1980’li yıllarda Cumhurbaşkanı secimi sürecinin de çok kötü yönetildiği ve bir kez daha tanka toslandığı da bir gerçektir.
Ayrıca, Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması konusundaki kriz yönetiminin çok başarılı olduğu özellikle de günün Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Sayın Atilla Ateş’in Suriye sınırında ‘ya çıkarın ya da çakarız’ demeci sonucunda krizin Türkiye’nin isteği doğrultusunda çözülmüş olması dünyaya örnek olacak nitelikte bir kriz yönetimidir. Ancak Sayın Demirel’in 28 Şubat sürecini iyi mi kötü mü yönettiği konusunda tam bir mutabakat oluşmamıştır. Bazı çevrelere göre iyi yönettiği için olası bir askeri ihtilali önlemiştir. Bazı çevrelere göre ise kötü yönettiği için askeri vesayete dayalı bir hükümet kurulmuştur. Bu konunun çok uzun süre tartışılacağı anlaşılmaktadır.
Rahmetli Bülent Ecevit’in 1974 Kıbrıs Barış Harekatı sürecini çok iyi yönettiği anlaşılıyor. Özellikle bu sürece eski Dışişleri Bakanı rahmetli Turan Güneş’in katkısını da unutmamak lazım. O gün söylenen ‘kızım Ayşe tatile çıksın’ parolası dillere destan olmuştu. Ancak Sayın Ecevit’in harekat sonrası yıllarda ABD tarafından uygulanan ambargonun da etkisiyle yaşanan ekonomik krizi çok kötü yönettiği, bunun da rejim bunalımıyla sonuçlandığını biliyoruz.
Rahmetli Turgut Özal’ın 1982 seçim sürecini çok iyi yönettiği ve seçimden sonra Başbakanlık görevini teslim alırken Kenan Evren’i kendisine doğru çekerek iki yanağını şapur şupur öpmesi de ayrı bir kriz yönetme sanatı olarak tarihteki yerini almıştır. Ancak Sayın Özal’ın Irak krizini iyi yönettiği söylenemez. Bunda da TSK’dan gerekli desteği alamamış olmasının etkisi büyük olmuştur. Uzmanlara göre bunun da Türkiye’ye bedeli 400 milyar ABD Doları ekonomik kayıp ve 40 bin kişinin terör sonucu ölümü olmuştur. Bu geçiş sürecinde Sayın Hüsamettin Cindoruk’un çok iyi bir emanetçi olduğu ve demokrasiye geçiş kriz sürecini muhteşem yönettiği de bir vakadır.
Sayın Tansu Çiller’in Kardak krizini “o bayrak inecek o asker gidecek” sözleriyle ve kararlı tutumuyla çok iyi yönettiği ve krizin istediği yönde çözülmesi için başarılı olduğu anlaşılıyor. Ancak Sayın Çiller 1990’lı yıllarda yaşanan ekonomik krizi iyi yönetememesinin bedelini de siyasi hayatını sonlandırarak ödemiştir. Yine Sayın Mesut Yılmaz’ın Özal sonrası süreci çok kötü yönettiği ve bedelini de çok ağır ödeyerek siyasi tarihimizden silinip gittiğine hep birlikte şahitlik ettik.
Yakın zamanda en kötü yönetilen krizlerden birisinin de Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopter kazası olduğunu söyleyebiliriz. Özellikle de ilgili valilerin görevlerini yapmak yerine halkı dua etmeye çağırmaları bu konudaki acizliklerinin bir göstergesidir. Devlet dua okumak yerine gereğini yapar. Dua yapmak için 85 bin camimiz, 100 bin din görevlimiz var. Duayı halk yapar. Sanırsınız ki bunlar ilin Valisi değil müftüsü. Krizin çok kötü yönetilmesi sonucu özellikle de bir gazetecinin bağıra bağıra ölmesi vicdanları çok rahatsız etmiştir.
Son olarak PKK terör krizi, Irak krizi, ABD tarafından askerlerimizin başına çuval geçirilmesi, Kürt açılımı (demokratik açılım-kardeşlik projesi. -Sahi o Habur’dan giren teröristleri kahraman yapmak kimin fikriydi?-), alevi açılımı, roman açılımı, siyasallaşan Ergenekon ve balyoz davası, komşularla sıfır sorun projesi, Suriye krizi, Suriye ve Ermenistan uçaklarının indirilmesi gibi krizler gerçekten de çok kötü yönetilmiştir. Bu krizlerin tamamının kucağımızda patladığını çok rahat söyleyebiliriz. Hatta son olarak yönetilmeye çalışılan ölüm oruçlarının sonlandırılması krizinde Türkiye’nin yeni bir 2’inci adam kazandığını bile iddia edenler var ki bu bile tek başına bir felaket. Özellikle yönetilmeye çalışılan 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı krizi İçişleri Bakanı ve Ankara Valisi’nin kafasında patlamıştır. Krizleri kötü yönetmemizin nedenleri herkes tarafından çok iyi bilinmesine rağmen bunlar açık açık söylenemiyorsa en önemli nedenin bu olduğunu düşünüyorum. Sayın Başbakanımıza soru sormaları için seçilen birkaç gazetecinin başına bir iş gelecek diye yüreğimiz ağzımızda onların çok yaşaması için bildiğimizi tüm duaları okuyoruz. Allah korusun ya onların başına bir şey gelirse soru soracak gazeteciyi nasıl buluruz? Güce tapan bir toplum olduğumuzu ve güce yalakalık yapma yeteneğimizin de çok gelişmiş olduğu dikkate alındığında bu ortamda sağlıklı bir kriz yönetiminin mümkün olamayacağını herkes biliyor. Ancak her nedense bu konuları konuşmak yerine çoğunluk susup yere bakmayı tercih ediyor.

Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için hatırladığım kadarıyla yukarda örnek verdiğim konulardan da anlaşılacağı üzere kriz yönetimi konusunda çok da başarılı olduğumuz söylenemez. Bunun en önemli nedeni yukarda saydığım konulara ilave olarak, kriz yönetimi konusunda ya yazılı kurallarımızın ve işleyen bir sistemimizin olmaması veya olanların da iyi işletilememesidir. Oysaki belalı bir coğrafyada bulunan ülkemizde her an bir krizle karşılaşılması olasılığı çok yüksektir. Bu nedenle bu konuda gerekli önlemlerin ivedilikle alınması zarureti ortadadır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder