Ogün
ŞANLI
Kriz ve kriz yönetimi kavramıyla ilk ciddi tanışmam
1999 yılında Milli Güvenlik Akademisi’nde olmuştu. O tarihe kadar ben de herkes
gibi canımızı çok yakan ekonomik krizi tüm krizlerin babası olarak bilirdim.
Geçmiş yıllarda bu akademide devlette üst düzey görev yapan kamu personeline
bir akademik yıl süresince çok ciddi eğitim verilirdi. Öğretim görevlileri
arasında kimler yoktu ki… Birçok eski bakan, milletvekili, eski bürokrat, üst
düzey kamu görevlileri ve ünlü gazeteciler… Hepsi eğitimlere katılır, güncel
konulara ilişkin konferanslar verirdi.
Ben şahsen bu eğitimi çok faydalı bulmuştum. Ancak
birileri bu eğitimi çok sakıncalı bulmuş olacaklar ki artık bu tür eğitimler
verilmiyormuş. Bizde genetiktir… Kendimizce sakıncalı gördüğümüz bu tür yerleri
sorgusuz sualsiz hemen kapatır ancak yerine de bir şey koyamadığımız veya yeni
bir alternatif yaratamadığımız için önemli bir boşluk doğar. Bunlarla da kimse
ilgilenmediği için konu kapanıp gider. Bu boşluk herhangi bir nedenle bir gün
fark edilse bile konu birkaç gün tekrar tartışılır sonunda bir daha da
açılmamak üzere unutulur. Yakın geçmişimiz bu tür trajikomik olaylarla doludur.
Gerçekten de gerek konunun uzmanı öğretim görevlileri
gerekse emekli generaller tarafından müdavimlere kriz ve yönetimi çok derinlemesine
anlatılmış ve buna ilişkin olarak çok iyi bir yükleme yapılmıştı. Ben hayatımın
her döneminde bu eğitimin çok faydasını gördüm.
Eğitim sırasında Türk Silahlı Kuvvetleri’nin (TSK)
kriz yönetimi konusunda çok başarılı olabileceği yönünde bende bir kanaat
oluşmuştu. Ancak son yaşanan olaylardan sonra bu konuda çok büyük bir hayal
kırıklığı yaşadığımı da itiraf etmek zorundayım. Üç beş bin tirajlı birkaç
gazete ve elinde bavulla dolaşan bir gazetecinin TSK’yı kriz yönetimi konusunda
aciz duruma düşürebileceğini herkes gibi ben de hayal bile edemezdim. Tutuklu
bulunan silah arkadaşlarının yakınlarının cenaze törenlerine katılma vefasını
ve cesaretini gösteremeyenlerin kriz yönetimi konusundaki perişanlığını fazla
konuşmaya gerek var mı bilmiyorum. Neyse ‘her musibetten bir hayır doğarmış’
Vardır bunda da bir hayır.
Asıl konumuz olan kriz ve kriz yönetimine geri dönecek
olursak; Türk Dil Kurumu sözlüğünde; kriz; “Bir ülkede veya ülkeler arasında,
toplumun veya bir kuruluşun yaşamında görülen güç dönem, bunalım, buhran”
olarak tanımlanmıştır. Yine aynı sözlüğe göre kriz, buhran ve bunalım
kavramları ile eş anlamlı anılabilmekle birlikte, “bir örgütün üst düzey
hedeflerini ve işleyiş biçimini tehdit eden veya hayatını tehlikeye sokan, acil
karar verilmesi gereken, uyum ve önleme sistemlerini yetersiz hale getiren
gerilim durumu” olarak da tanımlanabilir. Kriz bir mekanizmanın mevcut konumunu
ve geleceğini etkileyen hiç beklenmeyen bir anda ortaya çıkan ve genelde önlem
alınmakta geç kalınan olumsuz bir durumdur. Bu tanımdan krizin beklenmeyen bir
anda ortaya çıktığı ve genel itibariyle de olumsuz bir anlama sahip olduğu
sonucu çıkartılabilir. Kriz döneminin en belirgin ve gerilim yaratıcı özelliği
de belirsizliktir.
Ülkelerin kurum veya kuruluşların önceden belirledikleri
hedeflerine ulaşmaya çalışırken bazen istenmedik olaylarla, krizlerle
karşılaşmaları çok normaldir. Önemli olan bu krizin iyi yönetilmesi hatta
avantaja dönüştürülmesi becerisidir. Yöneticilerin liderliğine, bilgi, beceri
ve tecrübesine en çok kriz dönemlerinde ihtiyaç duyulur. Zaten lider
yöneticiler de özellikle kriz dönemlerinde ortaya çıkarlar. Önemli olan krizi
daha doğmadan önlemek bu mümkün olamıyorsa krize istenildiği şekilde yön
verebilmektir.
Yakın tarihimize bakıldığında büyük Atatürk’ün
Cumhuriyet’i kurarken ortaya koyduğu kriz yönetim becerisi önünde saygıyla
eğilmekten başka söylenecek tek bir söz bile yoktur. Dünyada sosyalizm, faşizm
ve krallık yönetim biçimlerinin çok yaygın olduğu bir dönemde param parça olmuş
bir imparatorluğun yerine pırıl pırıl bir Cumhuriyet’in kurulmuş olması bu
süreçte karşılaşılan sorunlar, köhnemiş kurum ve kuruluşların ortadan
kaldırılması ve bunlarla baş edebilme becerisi bu konuda bize bir fikir vermeye
yeter de artar bile. Özellikle de komşumuz eski Sovyetler Birliği ve İran’la
yürütülen komşuluk ilişkilerinde ortaya konan diplomatik deha örneğinin
değerlendirmesini siz okuyuculara bırakıyorum.
Yine rahmetli İsmet İnönü’ nün Lozan’da ortaya koyduğu
kararlılık , Türkiye’yi İkinci Dünya Savaşı’na sokmamak için ortaya koyduğu
beceri, Türkiye’yi çok partili hayata geçirebilmek için sergilediği tutum ve
yaşanan onca ekonomik krize rağmen ülkeyi borçlandırmamak için gösterdiği
direnç birer kriz yönetim sanatı olarak tüm üniversitelerde ders olarak
okutulmalıdır.
Rahmetle ve saygıyla andığım Adnan Menderes’in 1960’lı
yıllarda çok partili hayata geçiş sürecini iyi yönetemediği, özellikle de
muhalefetle sağlıklı bir diyalog kuramadığı için askeri ihtilalin olduğu ve
kötü kriz yönetimi bedelini de canıyla ödediğini biliyoruz. İhtilal sürecinin
de askerler tarafından çok kötü yönetilmesi nedeniyle her iki taraf için de
krizin çok ağıra mal olduğu açık. Nitekim bu dönem, Türk siyasi tarihinde kara
bir leke olarak anılmaya devam ediliyor.
Sayın Süleyman Demirel’in de kriz yönetimi konusunda
çok becerikli olduğu söylenemez. Bu nedenledir ki her kriz döneminde şapkasını
alıp kaçtığı söylenir. Ancak, Sayın Demirel’in 1971 yılında Memduh Tağmaç’ın
Cumhurbaşkanı seçtirilmemesi için ortaya koyduğu kriz yönetim başarısı hep takdirle
karşılanmıştır. Fakat 1980’li yıllarda Cumhurbaşkanı secimi sürecinin de çok
kötü yönetildiği ve bir kez daha tanka toslandığı da bir gerçektir.
Ayrıca, Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması konusundaki kriz yönetiminin çok başarılı olduğu özellikle de günün Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Sayın Atilla Ateş’in Suriye sınırında ‘ya çıkarın ya da çakarız’ demeci sonucunda krizin Türkiye’nin isteği doğrultusunda çözülmüş olması dünyaya örnek olacak nitelikte bir kriz yönetimidir. Ancak Sayın Demirel’in 28 Şubat sürecini iyi mi kötü mü yönettiği konusunda tam bir mutabakat oluşmamıştır. Bazı çevrelere göre iyi yönettiği için olası bir askeri ihtilali önlemiştir. Bazı çevrelere göre ise kötü yönettiği için askeri vesayete dayalı bir hükümet kurulmuştur. Bu konunun çok uzun süre tartışılacağı anlaşılmaktadır.
Ayrıca, Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılması konusundaki kriz yönetiminin çok başarılı olduğu özellikle de günün Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Sayın Atilla Ateş’in Suriye sınırında ‘ya çıkarın ya da çakarız’ demeci sonucunda krizin Türkiye’nin isteği doğrultusunda çözülmüş olması dünyaya örnek olacak nitelikte bir kriz yönetimidir. Ancak Sayın Demirel’in 28 Şubat sürecini iyi mi kötü mü yönettiği konusunda tam bir mutabakat oluşmamıştır. Bazı çevrelere göre iyi yönettiği için olası bir askeri ihtilali önlemiştir. Bazı çevrelere göre ise kötü yönettiği için askeri vesayete dayalı bir hükümet kurulmuştur. Bu konunun çok uzun süre tartışılacağı anlaşılmaktadır.
Rahmetli Bülent Ecevit’in 1974 Kıbrıs Barış Harekatı
sürecini çok iyi yönettiği anlaşılıyor. Özellikle bu sürece eski Dışişleri
Bakanı rahmetli Turan Güneş’in katkısını da unutmamak lazım. O gün söylenen
‘kızım Ayşe tatile çıksın’ parolası dillere destan olmuştu. Ancak Sayın
Ecevit’in harekat sonrası yıllarda ABD tarafından uygulanan ambargonun da
etkisiyle yaşanan ekonomik krizi çok kötü yönettiği, bunun da rejim bunalımıyla
sonuçlandığını biliyoruz.
Rahmetli Turgut Özal’ın 1982 seçim sürecini çok iyi
yönettiği ve seçimden sonra Başbakanlık görevini teslim alırken Kenan Evren’i
kendisine doğru çekerek iki yanağını şapur şupur öpmesi de ayrı bir kriz
yönetme sanatı olarak tarihteki yerini almıştır. Ancak Sayın Özal’ın Irak
krizini iyi yönettiği söylenemez. Bunda da TSK’dan gerekli desteği alamamış
olmasının etkisi büyük olmuştur. Uzmanlara göre bunun da Türkiye’ye bedeli 400
milyar ABD Doları ekonomik kayıp ve 40 bin kişinin terör sonucu ölümü olmuştur.
Bu geçiş sürecinde Sayın Hüsamettin Cindoruk’un çok iyi bir emanetçi olduğu ve
demokrasiye geçiş kriz sürecini muhteşem yönettiği de bir vakadır.
Sayın Tansu Çiller’in Kardak krizini “o bayrak inecek
o asker gidecek” sözleriyle ve kararlı tutumuyla çok iyi yönettiği ve krizin
istediği yönde çözülmesi için başarılı olduğu anlaşılıyor. Ancak Sayın Çiller
1990’lı yıllarda yaşanan ekonomik krizi iyi yönetememesinin bedelini de siyasi
hayatını sonlandırarak ödemiştir. Yine Sayın Mesut Yılmaz’ın Özal sonrası
süreci çok kötü yönettiği ve bedelini de çok ağır ödeyerek siyasi tarihimizden
silinip gittiğine hep birlikte şahitlik ettik.
Yakın zamanda en kötü yönetilen krizlerden birisinin
de Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu’nun helikopter kazası olduğunu söyleyebiliriz.
Özellikle de ilgili valilerin görevlerini yapmak yerine halkı dua etmeye
çağırmaları bu konudaki acizliklerinin bir göstergesidir. Devlet dua okumak
yerine gereğini yapar. Dua yapmak için 85 bin camimiz, 100 bin din görevlimiz
var. Duayı halk yapar. Sanırsınız ki bunlar ilin Valisi değil müftüsü. Krizin
çok kötü yönetilmesi sonucu özellikle de bir gazetecinin bağıra bağıra ölmesi
vicdanları çok rahatsız etmiştir.
Son olarak PKK terör krizi, Irak krizi, ABD tarafından
askerlerimizin başına çuval geçirilmesi, Kürt açılımı (demokratik
açılım-kardeşlik projesi. -Sahi o Habur’dan giren teröristleri kahraman yapmak
kimin fikriydi?-), alevi açılımı, roman açılımı, siyasallaşan Ergenekon ve
balyoz davası, komşularla sıfır sorun projesi, Suriye krizi, Suriye ve Ermenistan
uçaklarının indirilmesi gibi krizler gerçekten de çok kötü yönetilmiştir. Bu
krizlerin tamamının kucağımızda patladığını çok rahat söyleyebiliriz. Hatta son
olarak yönetilmeye çalışılan ölüm oruçlarının sonlandırılması krizinde
Türkiye’nin yeni bir 2’inci adam kazandığını bile iddia edenler var ki bu bile
tek başına bir felaket. Özellikle yönetilmeye çalışılan 29 Ekim Cumhuriyet
Bayramı krizi İçişleri Bakanı ve Ankara Valisi’nin kafasında patlamıştır.
Krizleri kötü yönetmemizin nedenleri herkes tarafından çok iyi bilinmesine
rağmen bunlar açık açık söylenemiyorsa en önemli nedenin bu olduğunu
düşünüyorum. Sayın Başbakanımıza soru sormaları için seçilen birkaç gazetecinin
başına bir iş gelecek diye yüreğimiz ağzımızda onların çok yaşaması için bildiğimizi
tüm duaları okuyoruz. Allah korusun ya onların başına bir şey gelirse soru
soracak gazeteciyi nasıl buluruz? Güce tapan bir toplum olduğumuzu ve güce
yalakalık yapma yeteneğimizin de çok gelişmiş olduğu dikkate alındığında bu
ortamda sağlıklı bir kriz yönetiminin mümkün olamayacağını herkes biliyor.
Ancak her nedense bu konuları konuşmak yerine çoğunluk susup yere bakmayı
tercih ediyor.
Konunun daha iyi anlaşılabilmesi için hatırladığım
kadarıyla yukarda örnek verdiğim konulardan da anlaşılacağı üzere kriz yönetimi
konusunda çok da başarılı olduğumuz söylenemez. Bunun en önemli nedeni yukarda
saydığım konulara ilave olarak, kriz yönetimi konusunda ya yazılı
kurallarımızın ve işleyen bir sistemimizin olmaması veya olanların da iyi
işletilememesidir. Oysaki belalı bir coğrafyada bulunan ülkemizde her an bir
krizle karşılaşılması olasılığı çok yüksektir. Bu nedenle bu konuda gerekli
önlemlerin ivedilikle alınması zarureti ortadadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder